Önümüz yaz. Uzun ve keyifli bir tatil, aynı zamanda okumalarımızdaki eksikleri tamamlamamız için de kaliteli bir fırsat anlamına geliyor. O halde, bu fırsatı ömür boyu devam edecek Siyer okumalarına başlamak için değerlendirmek de oldukça parlak bir fikir. Vakit varken, ganimet toplamaya acele etmeli. Vakit kalmayabilir, sağlık kaybolabilir, okunacak metinlere ulaşmak zorlaşabilir.

Şöyle bir soru sorsak kendimize, acaba cevabımız ne olur:

“Yıllarımızı birlikte geçirdiğimiz, çok yakından tanıdığımız ve her şeyini bildiğimiz bir yakınımızla ilgili malumatı terazinin bir kefesine, Rasûlullah Efendimiz’le ilgili zihnimizde bulunan malumatı da terazinin diğer kefesine koysak, acaba hangisi ağır basardı?”

Aynı soruyu biraz değiştirip, terazinin bir kefesini, aslında hiç yakınımız olmayan ve bizi de ilgilendirmeyen uzak ama ünlü biriyle ilgili malumatlarımızla da doldurabiliriz. Belki bir sanatçı, belki bir siyasetçi veya sporcu olabilir bu. Terazinin kefesine onlara dair bildiklerimizi koyduğumuzda, Siyer-i Nebî ile ilgili bilgilerimiz nereye düşer?

Genel bir özeleştiri sadedinde ifade edelim ki, bu soruların bizdeki karşılığı ne yazık ki hepimizi üzüp mahcup edecek türden. Güncel bir şahsiyetin özel hayatının en gizli ayrıntıları bile çeşitli şekillerde ve nedenlerle gündemimize girebilirken, Rasûlullah Efendimiz’in kutlu hayatına dair birçok noktayı henüz hiç duymamış olabiliriz. Veya duyup, hızlıca unutmuş olabiliriz. Her halukârda, “canımız, rehberimiz, önderimiz, liderimiz, şefaatçimiz, kurtarıcımız” olarak gördüğümüz bir insanla ilgili somut ve doğru bilgi seviyemiz, bu inancımızın ve iddialarımızın yanına bile yaklaşamayacak durumda. Sevgimizle bilgimiz arasında devasa bir uçurum var.

Peki neden? Dünya ve ahiretteki kurtuluşumuzun biricik anahtarı konusunda niçin yeterince ve derinlemesine bilgi sahibi değiliz? Neden “Siyer” dendiğinde aklımıza birkaç savaşla birkaç önemli tarihten başkası gelemiyor? Niçin, -alanda özel olarak ihtisas yapmış olanlarımız hariç- Efendimizin hayatına dair okumalarımız sürekli ve ısrarlı değil?

Bu ilginç durumun sebebi, şuur altımızın bize oynadığı bir oyun aslında:

Siyer’i “zaten” bildiğimizi düşünüyoruz. Çocukluğumuzdan beri Rasûlullah Efendimiz’le -elhamdulillah- muhatap olduğumuz bir çevrede yetiştiğimizden, “bilgi tokluğu”na düçar olmuşuz. Siyer’i Bedir-Uhud-Hendek savaşlarıyla Hicret ve Mekke’nin fethinden mürekkep zannetmemiz, daha fazlasını aklımızda tutmak ve sürekli masa üzerinde aktif halde muhafaza etmek için gayret göstermeyişimiz tamamen bundan. Tarih okumalarımızın uzun ve sürekli biçimde Siyer’e odaklanamayışı, tarihin diğer dönemlerini daha fazla merak etmemiz, okurken Siyer’e dair eserlere göz ucuyla bakışlar atmamız da tümüyle aynı nedenle.

Evvela, bu “bilgi tokluğu”nu bünyemizden çıkarıp atmak zorundayız. Hiçbirimiz Siyer-i Nebî’yi “mükemmel derecede” bilmiyoruz, hepimizin mutlaka öğreneceğimiz şeyler var. Siyer bilgimiz ideal noktada olsaydı, bu hayatlarımıza da yansırdı şüphesiz. İbadetlerimizden insanlarla münasebetlerimize, rehber eksikliği öylesine kendisini belli ediyor ki, “Siyer’i derinlemesine bilen ve kavrayan bir toplum, bu hataları yapamaz” dememek mümkün değil.

* * *

Önümüz yaz. Uzun ve keyifli bir tatil, aynı zamanda okumalarımızdaki eksikleri tamamlamamız için de kaliteli bir fırsat anlamına geliyor. O halde, bu fırsatı ömür boyu devam edecek Siyer okumalarına başlamak için değerlendirmek de oldukça parlak bir fikir. Vakit varken, ganimet toplamaya acele etmeli. Vakit kalmayabilir, sağlık kaybolabilir, okunacak metinlere ulaşmak zorlaşabilir.

Yine Efendimizin bize öğrettiği “en hayırlı amel, az da olsa devamlı olandır.” ölçüsüyle, her gün mutlaka vakit ayırarak okumalara girişelim. Hedefimiz, “Siyer’de benim zihnimde hiçbir boşluk kalmayacak.” cümlesini tahakkuk ettirmek olsun. Baştaki terazi benzetmesini de hatırlayabiliriz. Siyer bilgimizi, en yakınlarımızdan biriyle ilgili bilgi seviyemizin de üzerine çıkarmak. Ulaşacağımız pratik nokta, tam da burası. Bunun için bir yaz mevsimi yetmez, doğru. Zaten gayemiz de birkaç ayda buna ulaşmak değil. Bir ömür sürecek bir serüvene çıkacağız. Sağ oldukça okumalar sürecek. Hatta ölsek, o günkü okuma parçamız, tabutumuzun başında kıraat edilecek, o derecede bir kararlılıkla.

* * *

Siyer okumalarının üstüne İslâm tarihi konduğunda, zihin, tarihe ve coğrafyaya berrak bir pencereden bakmaya başlayacaktır. “Sonraki dönemlerde, bu Nebevî miras nasıl bir değişikliğe uğradı?”, “Müslümanlar, daha sonra hangi yollardan yürüdüler?”, “Tarihin kırılma ve dönüşme noktaları nelerdi?”, “Tüm bunlar, modern zamanlardaki Müslüman toplumları nasıl etkiledi?” gibi çok sayıda soru, artık daha da anlamlı ve mantıklı hale gelecektir.

Siyer temeline dayanmayan tarih okumaları ve dünya algısı, meseleleri hangi temellere ve kıstaslara göre değerlendireceğinden habersiz nesillerin yetişmesine yol açmaktadır. Günümüzü doğru algılayıp geleceğe sağlam hazırlanmak için de, Siyer bilgisi tartışmasız bir öneme sahiptir.

Akla şu soru gelebilir:

“Peki, sadece okuyarak ve ciltleri devirerek, Siyer’i kavramak ve hayatımıza aksettirmek mümkün müdür?”

Elbette “sadece okuyarak” başarılacak bir iş değildir bu. Her konuda olduğu gibi, derinlik kazanmanın yöntemi, edinilen bilgileri pratiğe dökmek ve hayata geçirmektir. Hayata geçirilmeyen, yaşamayan ve yaşanmayan bilgi, sadece “entelektüel bir yük”tür, fazlası değil. Kur’ânımızdaki “kitap yüklü merkepler” benzetmesinden de ibret alarak, Siyer’i ve sünneti okudukça odaklanacağımız şey, eylem olacaktır. Samimi ve içten bir eylem…

Buradan hareketle, Siyer okumalarına devam ederken, kendimize pratik hedefler koymak da gerekecektir. Örneğin: Her gün, yeni bir sünneti öğrenip hayatımızda uygulamaya geçirmek. Modern hayatın karmaşası içinde, hayatımızın her alanında, sayısız sünnet, uygulanmayı ve canlandırılmayı bekliyor bugün. Bunlardan, her an karşımıza çıkan bazılarını hatırlayalım mesela:

Yolda yürürken birisi arkamızdan çağırdığında, sadece başımızı çevirmeyip, bütün bedenimizle ona dönmek… Su içerken, bardağın içine nefesimizi vermemek… Her gün en az 100 defa “estağfirullah” tesbihatına devam etmek… Ayakkabı ve elbise giyerken sağdan, çıkarırken de soldan başlamak… Sokakta gördüğümüz küçük çocuklara selam vermek… Esnemeyi mümkün mertebe engellemeye çalışmak, engellenemiyorsa esnerken ağzı kapatmak… Sıklıkla hasta ziyaretleri yapmak… Kapıyı çaldığımızda dışarıdan kendimizi tanıtırken, “ben” demekle yetinmeyip ismimizi (veya ‘baba’ vs. türünden unvanımızı) söylemek… Küçük de olsa, mutlaka hediyeleşmeyi adet haline getirmek… Sevilen kişiye, bu sevgiyi sözle ifade etmek… Konuşurken sözü uzatmamak, muhatapları bıktırmamak ve yormamak… İnsanlara bir meseleyi anlatırken, seçilen misallerin rencide edici olmamasına özen göstermek… Misafirliğe gidildiğinde, ev sahibinin vaktini çok fazla almamaya çalışmak ve makul bir sürede ayrılmak…

Listeyi daha da uzatabiliriz. Hz. Âişe annemizin ifadesiyle “hayatı Kur’ân’dan ibaret” olan Efendimizin siyerini ve sünnetini okudukça, zaten bunlara benzer sayısız mükemmel örnekle karşılaşacağız.

* * *

Siyer’i sürekli okuyan ve bilgisini her gün artıran, Siyer kendisini Kur’ân’a yönlendireceği için Kur’ân’la da sağlam ve kopmaz bir bağ kuran, öğrendiklerini samimiyetle hayatına aksettirmeyi ve uygulamayı gaye edinen insanların aramızda çoğaldığını hayal edelim. Ümmet içinde böyle binlerce, on binlerce, yüz binlerce Müslüman bulunduğunu düşünelim…

Bizi kim alt edebilir ki?

Eskilerin “hayâli cihân değer” dedikleri şey de bu olsa gerek… 


Taha Kılınç'ın Yazısı.