Emine Şimşek

Ali Murat Güven; sloganların değil, aktif mücadelenin adamı… 25 yıllık basın - medya geçmişini, bugün yeni cepheler açarak devam ettiriyor. Bu toprakların çocuklarına sinemayı sevdirmek istiyor. Onların arasından sinema yazarlarının, yönetmenlerin, senaristlerin çıkması en büyük dertlerinden biri. Tanıyanlar, yazılarıyla, TV programlarıyla nasıl bir enerjiyi, birikimi ortaya koyduğunu bileceklerdir. Onun adı dahi heyecan uyandırmaya yetiyor. “Sanatçıyı yetiştirmek zor, kalbini parçalamak ise kolaydır” diyerek sanat mücadelesine olan desteğini sürdürüyor. “Acilen kısa film akıncıları arıyorum” diyor. Ve yıllar önce Yeni Şafak`ın reklam filmindeki cümle onu tanımlamak için o kadar yerinde ki: “Onlar İslam`ı babalarından öğrenmediler.”

inema ile ilk tanışma döneminizi dinleyerek başlayalım söyleşiye isterseniz…

Sinemaya çocukken vurulmuş adamların hikâyesi üç aşağı beş yukarı ortaktır. Bir tarihlerde gittiğin sinema salonunda, arkadaki delikten sızan ışığa bakarsın, o ışık kendini sana âşık eder ve sinema sevgin başlar. Bende böyle, dört ya da beş yaşında muhtemelen babamla gittiğim bir filmden sonra sinemaya meftun oldum. İlkokul, ortaokul, lise hayatım boyunca fırsat bulduğum her zaman, gerekirse okulu kırarak, bazen de video sahibi olan arkadaşlarımın evine giderek sinema kültürümü geliştirmeye çalıştım. Lise yıllarıma geldiğimde de sinema ile ilgili bir bölüm okumaya kesin olarak karar vermiştim. Bu nedenle radyo - televizyon bölümünü bitirdim. Çok kararlı bir biçimde sinema sevgimi yaşatıp geliştirebileceğim işlerle uğraştım. Gazetecilikle, kültür - sanat muhabirliği, ardından sinema yazarlığı, televizyonda belgesel programlarla uğraştım. Ancak 2000`lerin başlarına kadar bu sinema sevgimin siyasal boyutu eksikti. Yani ortalama bir sinemasever gibi, o düzlemde seviyordum. Amerikan filmleri beni fena halde etkiliyordu. Rambo ile kötü ve çekik gözlülere sinirleniyor, Amerikan rüyaları görüyorduk… Hollywood`un kötü dediğini kötü, iyi dediğini iyi belliyorduk. Sonraları, sinemanın aynı zamanda çok ideolojik bir şey, bireyleri ve toplumları yeniden biçimlendirmede araç olduğunu anlamam bende bir değişikliğe yol açtı.

Kapitalizmi bünyemize, hayatımızın her alanına taşıyan da bir bakıma Hollywood oldu. Buna katılıyor musunuz?

Tabii. Direkt en büyük taşıyıcısıdır. Ve ben 2000`lerle birlikte, evlilik deneyimim, çocuklarımın olması, çocuklarımı gözlemlemem, onların sinema, TV karşısında nasıl en küçük davranışlarının bile değiştiğini bir baba olarak gözlemlemem, bir Amerikan film kahramanının kızımın bana seslenişini bile yeniden tanımlaması, kızımın bana baba yerine daddy diye seslenmesi, Kurtlar Vadisi gibi filmlerin tetiklediği bağrı yanık kabadayı dalgası, diğer bazı dizilerde pompalanan aşüfte kadın imajının genç kızlar üzerindeki etkisi… 2002 yılından itibaren: “Allah`ım ben şeytani bir yolda mıyım? Yoksa Rahmani bir yolda mı?” sorusunu sordum kendi içimde. Büyük bir vicdani muhasebeydi bu benim için. Sinemaseverim, sinema yazıyorum, reklam filmleri çekiyorum, belgeseller çekiyorum, beş kıtada televizyonculuk yapmışım, editör olmuşum ve yapıp ettiklerim koca bir hiç mi acaba diye düşündüm. “Cehennemde odunum mu olacak yoksa ahirette yüzümün akı mı olacak bütün bunlar?” dedim. Bu soru beni fena halde rahatsız etmeye başladı. Yaklaşık bir yıl kadar, sinemaya gitmekten dahi soğudum. Eskiden beni çok heyecanlandıran aksiyon filmlerinin bazı tarafları bana batar oldu. Mesela insanların çok kolay ölebilmesi filmlerde. Örneğin bir kahramanın yirmi kişiyi öldürmesi ve polisin onun yakasına yapışmaması gibi.   Tarantino sinemasındaki şiddet başlangıçta bana batmazdı, sonradan batar oldu. Tabi bunları tetikleyen başka gözlemlerim oldu. Mesela üçüncü sayfa haberleri. “37 yıllık eşini, satırla doğrayıp çantalara bölüştürdü” gibi haberler. Normal hayatta elini öpeceğimiz bir teyze. “Bu toplum, bu dünya nereye gidiyor ve bu cinnetin temel nedeni ne ola ki?” düşüncesi beni yiyip bitirdi bu süreç içerisinde. Bu anlamda suçluları buldum. Hepsinin payları farklı farklı, sinema, televizyon, müzik endüstrisi, yazılı basın, hatta moda, yani tüm tahrip/tahrik gücü yüksek iletiler, hayata karşı zaten müthiş bir doyumsuzluk içinde doğan genç kuşakları, kapitalizm tarafında vaat edilen “tüket, daha çok tüket” mesajları verilen genç kuşağı azdıran, zıvanadan çıkaran, insanların: kanaat, vefa gibi duygularından koparan şeyin Rahmani olabileceği gibi şeytani de olan bu araçların olduğunu fark ettim. Geçmişte yazdığım birçok yazıyı, TV programını, yaptığım birçok haberi kendi kendime reddettim. Aynı Malcolm X`in Nation of İslam hareketinin yanlış yolda gittiğini fark edip arınmak için hacca gittiği gibi. Bu, onun dünya hayatı anlamında sonunu getirmiştir. Nation of İslam son derece ırkçı, zenci ırkçılığı yapan bir hareketti ve hala da öyledir. Ama Malcolm saf İslam`ı tanıdığı anda yanlışı bıraktı. Tamamen benzerlik anlamında söylüyorum. Yoksa haddimize değil onun davasında benzerlik kurmak bile. 2002`den sonra da Yeni Şafak`ta özel haber muhabirliği yapıyordum. Böyle bir arınma dönemi yaşadım ve emin olun elime popcorn alıp rahatlıkla izlediğim filmler bu bilinç deneyimimden sonra bana batmaya başladılar. Yani alt okumayı yapabilir hale geldim.  Kendime dedim ki: Bundan sonra sinema ile uğraşacaksan, ulvi duyguları yok etmeyen, insanın içindeki irfanı ortaya çıkaran, yeni bir sinema algısının tanımını yapacaksın kendine…

Sinema yazarlığına da bu kararınızdan sonra mı başladınız?

Bu algıya hizmet eden filmleri izleyeceksin, sonra da sinema yazarı olarak, bu algıya hizmet eden yapıtları senden sonra gelen gençlere tavsiye edeceksin dedim kendime. Eğer: Şer`in bayraktarlığını yaparsan, ahirette Rabbinin karşısına çıktığında bunun hesabını çok zor verirsin. Bu bilinç dönüşümümün manifestosu olsun diye o dönemin çok popüler kültür sanat sitelerinden biri olan karakutu.com`da “Müslümanların bilinçlerini kirletmeyen 250 seçkin film” diye upuzun bir yazı yazdım. Meğerse Müslümanların böyle bir kılavuza ne kadar ihtiyacı varmış. Yüzlerce mail aldım bununla ilgili. 2005 yılında Yeni Şafak`ta yönetim değiştiğinde bana dediler ki: ne yapmak istiyorsun? Ben bir sinema sayfası kurmak istiyorum dedim. Sayfayı kurdum… 18 Kasım 2005 bu mücadelemin miladıdır. Söylemek istediğim hiçbir şeyden beni alıkoymadılar, söylemek istediğim her şeyi de söyledim. The İmam`ın iyi bir film olduğunu düşündüm ve karşıma bütün okur kitlemi alarak filmi övdüm. Son beş yıldır kıran kırana bir mücadele veriyoruz sinema piyasasında. Beni yalnızca İslam dışı unsurlar değil, kendini muhafazakar, mütedeyyin diye tanımlayan unsurların da büyük bir bölümü sevmiyor. Çünkü bir ağabeylik tahtı, koltuğu vardır kapılması gereken. Ve ben hiç o koltuğa talip olmadan geldim ve sinema konusunda mütedeyyin camianın bir iki abisinden biri oldum. Bu koltuğu şehvetle arzulayan bazı kıdemli isimler bundan çok rahatsız oldular. Şu anda Türkiye`de en çok okunan sinema yazarıyım ben.

İslami camiada sinema adına sizin yazılarınızdan, sayfanızdan sonra bir değişim görüyor musunuz?

Şöyle bir düşünüyorum. 2002 yılına kadar, İslami camiada sinema adına ne yapılıyordu? Ben size söyleyeyim: Tam bir fetret devriydi! Kısa film yarışması diye bir şey yoktu. Belediyelerde en küçük bir aktivite yoktu. Bir panel, söyleşi, TV programı da yoktu. 2010 yılında, Ali Murat Güven ve diğer bazı silah arkadaşlarıyla, kimdir bunlar: Yusuf Kaplan, İhsan Kabil, Sadık Battal, Nihal Bengisu Karaca gibi, bay ve bayan sinema yazarları, film eleştirmenleriyle, bakıyorum ki bu güne geldiğimizde güzel bir sinemasal hareketlilik ortaya çıkmaya başladı.

 “EVİNDE AMERİKAN BAR OLAN BİR BABANIN OĞLUYDUM”

 “Düzeni dönüştürme iddiasıyla yola çıkıp, düzenin kölesine dönüşenler” başlıklı bir yazı kaleme aldınız. Yazıda bunu anlattınız. Ancak bir de ağzınızdan dinleyelim.

Kendisine çok büyük bir misyon yüklediğimiz, arkasından su dökerek büyük umutlarla yolcu ettiğimiz, kadın ve erkek, özellikle de ne yazık ki kadın yoldaşlarımızdan hatırı sayılır bir bölümü bir daha geri dönmediler. Gittikleri yer neresiydi? Batı uygarlığının bilgi birikimini şöyle bir kolaçan etmeye gitmişlerdi. Hepimiz adına, batı uygarlığının yüklü olduğu bilgi depolarına gönderdik onları. Bazen Türkiye`deki Boğaziçi gibi jakoben üniversitelere yahut Viyana`ya. Bu arkadaşlar, gittiler ve büyülendiler. Giderken, o gözlerinden masumiyet akan pırıl pırıl başörtülü kız, döndüğünde başımıza yeni bir Aylin Taşçiyan kesildi. Ben o zaman şunu soruyorum: Zaten materyalist görüşü hatmetmiş çok başarılı savunucuları varken, onların karşılarında olması gereken başörtülü kızları niye okuyayım ya? Feminist bir bakış açısıyla sinema okumak istiyorsam Aylin Taşçiyan`ı okurum. Kaybettik. Bu arkadaşlar fethetmeye gitti, fethedildiler. Batı standartlarına çok düşkün bir ailenin evladı olarak büyüdüm. Evinde Amerikan bar olan bir babanın oğluyum ben. Üstelik annemi çok üzdü babam defalarca. Düz Lise`de okudum. İlk oruç tuttuğumda sigara içerek oruç tuttum. Sigaranın oruca engel olduğunu bilmiyordum çünkü. Sonra ikinci gün dönüp ağzımı yıkadım. Şimdi benim gibi bir adam, karşı tarafa baktığında gülüyor. Yani benim ilkel dönemim diyorum önceki yaşamım için. Bu kapitalist dünyanın içinde debelenen insanlara bakınca utanıyorum. Allah hidayet versin diyorum. Bizim yeni kuşak arkadaşlar ise, hayran oldular onlara, öldüler bittiler yollarında. Bu beni çılgına çeviriyor. Sizin düşünceniz farklı, soylu olmalı, o kesimin değil. Gittiler Boğaziçi`ne, Viyana`ya, ne kaldı geriye? Erkeklerde bir kirli sakal, kızlarda bir başörtüsü. Onun dışında, statü hissettirmeler arkadaşına, zengin - fakir Müslüman ayrımı, okumuş - okumamış Müslüman ayrımı, jakoben tavırlar… Sağ cebime insan olarak sokup, sol cebimden sosis olarak çıkartacağım çok bilmiş kızlar ve erkekler bizim camiada bana kıro diyorlar. Gerek hayatla ilgili, gerekse sinemayla ilgili, onları entegre tesislerinde sosis yaparım. Bildikleri bir Tarkovsky, Majidi, bir de; “medeniyet tasavvuru” çift “y” ile. Bakıyorsunuz hepsi allâme olmuş! Hiç okul okumamış, ama yetmiş yaşına gelmiş bir Müslüman gördüğümüzde uzanıp onun elini öpmeyi unutmamalıyız. “Yoldaşlarını böcek gibi gören İslamcılar” başlıklı bir yazı yazmıştım. Onları topluma bu yazılarla da teşhir ettim. Etmeye devam edeceğim.

Kapitalist dünyanın içinde debelenen insanlara bakınca utanıyorum. Allah hidayet versin diyorum. Bizim yeni kuşak arkadaşlar ise, hayran oldular onlara, öldüler bittiler yollarında. Bu beni çılgına çeviriyor. Sizin düşünceniz farklı, soylu olmalı, o kesimin değil. Gittiler Boğaziçi`ne, Viyana`ya, ne kaldı geriye?


 “İKTİDAR TECRÜBESİ ANADOLU DELİKANLISINI BOZDU”

On yıl önce, ya da yirmi yıl önce, evinizin kapısından çıkarken kafanızda bulunan ideallerle, bugünkü idealleriniz arasında değişen bir şey var mı?

Çok önemli bir karar değişikliğine gittim. Geleneksel Müslümanlarla, büyük, devasa kültürel - siyasi mücadelelere girilemeyeceğini son iktidar deneyimimizle birlikte kesin olarak anladım. Geleneksel Müslümanlıktan kastım şu; Anadolu`nun bir şehrinde gözünü açmış genç bir çocuk, baba dindar, ramazanda oruç tutuluyor, evde üzerinde danteller olan TV var, ağız açık bir şekilde Aşk-ı Memnu seyrediliyor. Tamamen geleneğin uzantısı bir din algısı. Böyle bir aileden kopup bürokrasiye sızmış bir evlat. Bu evlat, önce kısa bir kravat takıyor göbeğine kadar, sonra makamla tanışıyor. Belediyede satın alma müdürü falan oluyor. Parfüm kokusu beş metre öteden insanın burnunu kıran şehirli kızlar tanıyor, bunun sonucunda beraber namaz kıldığımız adamı tanıyamıyoruz. İktidar tecrübesi Anadolu delikanlısını bozdu.

Büşra filmine yazılarınızda büyük destek verdiniz. Bunun nedenini öğrenebilir miyiz?

Meslek hayatımda ilk defa, bir basın gösteriminde Türk sinema yazarlarının gözleri sulanmış bir halde bir filmi ayağa kalkarak alkışladıklarını gördüm. Normalde basın gösteriminde yazarların burnundan kıl aldırmaz bir tavrı vardır. Kalplerinden vurdu onları final sahnesi Büşra`nın. Fakat; filmin daha kaba çekimleri bitmiş, kurguya başlanmış, bir baktık ki Facebook`ta bir grup: “Büşra Müslümanların gerçeği değildir!” Peki, İslami bir film var mı ortada ki bu eleştiriyi yapıyorsun? Filmin bir tek karesini bile görmeden, İslami kesimin bu filme önyargıları büyüdü ve hoş değildi. Filmi görerek bir eleştiri yapsalardı eyvallah derdim. Ama yazılarımda da ortaya koyduğum gibi ben filmi sevdim.

Wikipedia sitesinde, Klon ve İstanbulopolis isimli iki kitap çalışmanızın bulunduğu ve 2010`da yayınlanacağı yazılı. Ne zaman çıkacak bu kitaplarınız?

Yazıyorum onları daha. 2010`da planladık ama inşallah bakalım. İki tane çok fantastik, sansasyonel kurmaca yazıyorum. Onları söylemeyeyim, çok polemiğe yol açabilir. Her ikisi de, iddialı filmlere dönüşmeye aday kitaplar olacak inşallah. İkisi de, İslam dünyası ile ilgili kitaplar. Risk alarak yazıyorum bunları.

Artık kitap üretme zamanımın geldiğine inanıyorum biraz da. O kadar aksiyoner bir hayatım oldu ki, buna fırsat bulamadım. Makalelerimi, yazılarımı toplasam yirmi kitap olurdu. Bunu da yapmak istemiyorum.

Genç okurları adına teşekkür ediyoruz bu güzel söyleşi için.

Ben teşekkür ediyorum. Tüm genç kardeşlerime selamlarımı iletiyorum.


GENÇ'ın Yazısı.