Vazife almak ve sorumluluk üstlenmek deyince, bir mefhumun üzerinde de bilhassa durmak gerekiyor: İstihdam hakkı. Çoğu kez kendi kendimize bahşettiğimiz, kendimizi gördüğümüz yere göre “Benim burada hizmet etmem gerekiyor, Allah’ın rızası burada, ben de bu işe en uygun kişiyim!” diyerek uhdemize aldığımız, çok kritik önemde olmasına rağmen üzerinde pek düşünmediğimiz bir mehfum bu.

Hayatımız boyunca ve sıklıkla işittiğimiz bir düstur vardır: “Vazifeye asla talip olmamak gerekir. Görev istenmez, verilir!”. Bu düstur bazen iş yerinde, bazen manevî / ilmî bir yapının içinde, bazen siyasette, bazen de yakın çevremizdeki günlük bir uğraş sırasında karşımıza çıkıverir. Çoğu kez de, ehil olmayan insanların hak etmedikleri makamlara tırmanırken istismar ettikleri bir mazerete dönüşür. “Vazifeye talip olmamak gerekir”, ama önümüzde duran çoğu şey, ancak talip olunarak (hatta sökülüp alınarak) elde edilecek hale gelmiştir. Çünkü dilden dile dolaşan bu düstur, neredeyse hiçbir yerde hakkıyla uygulanmaz. İnsanlar ya sözleriyle ya da lisan-ı halleriyle sürekli vazife peşinde dolanırlar, buna dair taleplerini ‘ilgili makamlara’ sürekli iletme derdindedirler.

Gerçekten de, Rasûlullah Efendimiz’in vazifeye talip olmamakla ilgili çok sayıda uyarısı mevcuttur. Bunlardan birinde, Abdurrahman bin Semûre isimli bir sahabîye şöyle demiştir mesela:

“Ey Abdurrahman! Emirliğe talip olma. Eğer senin talebin üzerine sana emirlik verilirse, istediğin şeyin sorumluluğu sana yüklenir. Eğer sen talibi olmadan sana emirlik verilirse, o işte yardım görürsün.”

Yine, zühdü ve takvasıyla ümmete örnek olan Ebû Zerr’e, bir vazifeye tayin edilmesini istemesi üzerine yapılan şu uyarı da çok manidardır:

“Ey Ebû Zerr! Sen zayıf bir adamsın. İstediğin vazife ise büyük bir emanettir. Bu emaneti ehil olarak alan ve üzerine düşeni yapanlar müstesna, aslında bu vazife kıyamet gününde bir rezillik ve pişmanlıktır.”

Yukarıdaki örneklere benzer çok sayıda ikazdan anlıyoruz ki, bir vazifeye talip olmak ve onu üstlenmek için can atmak, tavsiye edilen bir durum değildir. Bir insan, tabir-i caizse, kendi kendine gelin-güvey olup bir göreve soyunduğunda, eğer ehil ve samimi değilse başına büyük bir belâ almış olması kuvvetle muhtemeldir. Bu nebevî ölçüyü, hayatımızın herhangi bir noktasındaki herhangi bir örneğe uyarlayıp neticeyi gözden geçirebiliriz. Etrafımız, ibretlik numunelerle dolu.

Peki, aklı başında ve dürüst insanlar böyle böyle kenara çekildiğinde ve vazifeye talip olmadığında, ortalık hepten çakallara kalmaz mı? Veya, akıllı ve feraset sahibi kişileri vazifeye getirecek sorumlu bir yetkili makamın bulunmadığı kısır dönemlerde, toplumlara önderlik etmek için birilerinin öne çıkması ve kendiliklerinden vazifeyi üstlenmesi de mi yasak? Ya da, bir kişi bir alanda, içinde bulunduğu çevrenin en yeteneklisi ve en iyi yetişmişi ise, onun görev istemesi uygun değil mi?

Tüm bu sorulara cevabı, Kur’an’da buluyoruz. Hepimizin çok iyi bildiği bir örnektir hatta bu: Hz. Yûsuf, zindandan çıktıktan sonra, Mısır’ın yöneticisine “Beni bu ülke hazinelerinin başına getir. (Hem hazineleri çok iyi) korurum, (hem de bu işin nasıl yapılacağını gayet iyi) bilirim” (Yûsuf. 55) demişti. İşi üstlendikten sonra da -Allah’ın yardımıyla- vazifesinin hakkını vermiş, kıtlık ve sıkıntı dolu yıllar boyunca Mısır hazinesini ustalıkla yönetmişti.

Kur’an ve sünnetteki -birbirine zıt gibi görünen- bu iki ayrı ölçüyü birleştirdiğimizde, ortaya şöyle bir formül çıkıyor o zaman:

İnsan durup dururken vazifeye talip olmamalı, kamuyla ilgili sorumlulukların ateşten gömlek giymek anlamına geldiğini unutmamalı. Ama, özellikle sıkıntılı zamanlarda risk almak gerektiğinde, sadece kendisinin yapabileceği ve hakkını verebileceği bir görevden de kaçınmamalı, hatta o göreve talip olarak emanete en güzel biçimde sahip çıkmalı.

İlginçtir, vazifeler ve sosyal sorumluluklar noktasında, Kur’an bir ölçü daha koyar önümüze:

“Ey iman edenler! Size, “meclislerde yer açın” dendiğinde yer açın ki, Allah da size genişlik versin. “Haydi davranıp kalkın” dendiğinde de kalkın ki, Allah içinizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Mücâdile.11)

Ayetin çok sayıdaki tefsirinden biri de şu:

Bulunduğunuz mevkide artık koltuğunuzu boşaltmanız gereken şartlar ortaya çıkarsa, yerinizi terk etmekte tereddüt göstermeyin. Sizden daha ehillerine yerinizi verin. Böyle yaparsanız Allah da size yeni imkânlar lutfeder, sizi yükseltir ve yüceltir. Böyle davranmaz da, koltuğu mülk edinir ve terk etmemekte ısrarcı olursanız, bu defa darlıkla ve çeşitli problemlerle yüzleşmek durumunda kalırsınız.

Tarih, koltuğuna yapışıp kalmakta direnen nice vazife sahibinin, o koltuktan tatsız bir şekilde kalkmak durumunda kaldığına ve arkasında kötü bir şöhret bıraktığına dair sayısız hikâyeyle doludur.

* * *

Vazife almak ve sorumluluk üstlenmek deyince, bir mefhumun üzerinde de bilhassa durmak gerekiyor: İstihdam hakkı. Çoğu kez kendi kendimize bahşettiğimiz, kendimizi gördüğümüz yere göre “Benim burada hizmet etmem gerekiyor, Allah’ın rızası burada, ben de bu işe en uygun kişiyim!” diyerek uhdemize aldığımız, çok kritik önemde olmasına rağmen üzerinde pek düşünmediğimiz bir mehfum bu.

Göreve talip olmamak konusunda bunca uyarı varken ve görev ancak mecburiyette giyilecek ateşten bir gömlek iken, bir Müslümanın, kendi kendisine rol biçmesinin, Allah’ın rızasını kazanacağını düşündüğü mevkii kendi kafasına göre tayin etmesinin, bu anlamda “istihdam hakkı”nı zimmetine geçirmesinin İslâmî bir tavır olduğu söylenebilir mi? Elbette söylenemez.

Bizi yaratan, yaşatan, sevk ve idare eden, yöneten ve yönlendiren Rabbimiz, karakterlerimize ve niyetlerimize göre, nerede en güzel şekilde hizmet edeceğimizi de en iyi bilendir. Bu nedenle, “Allahım, bizi bizden razı olacağın şekilde istihdam et. Rızanın olmayacağı hiçbir makam ve mevkii nasip etme. Bizi senden ayıracak vazifelerden bizi uzak tut, kalbimizden koltuk sevdasını ve baş olma hırsını çekip al!” dualarını dilden düşürmemek en doğru yöntem.

Bugün birçok dindar insanın da düştüğü “Allah’ın dinini korumak” tuzağı başta olmak üzere, Şeytan’ın sağdan yaklaşarak bizi sürüklediği bütün bataklıklardan uzak durmak ve “istihdam hakkı”nı Allah’a teslim etmekten başka çaremiz yoktur. Allah’ın ve dininin kimseye ihtiyacı bulunmamaktadır, ama bizim dosdoğru olmak ve kendimizi Allah’a teslim etmek ihtiyacımız sonsuzdur.

Dünyevî şartları (gerekli okulları bitirmek, çeşitli yetenekler kazanmak, dil öğrenmek, çevre edinmek vs.) tamamlayarak, istihdam hakkının esas sahibinden vazife beklemek… “Rabbim, ben hazırım. Al beni kullan. Razı olacağın yerde istihdam et. Ben sana aitim” duası, ancak bu şekilde anlam kazanacaktır. Kulluğun en özel ve ince taraflarından biri budur. Sünnetullah gereği dünya hayatının bizi mecbur kıldığı şartları tamamladıktan sonra, manevî dünyamızı zenginleştirmek suretiyle Allah’la kuracağımız sağlam bir bağ, gideceğimiz doğru istikamet konusunda bize yol gösterecektir.

İnsan eğer “istihdam hakkı”nı Allah’a bırakmaz da, kendi kendisine yol çizmeye kalkarsa, bir süre sonra “hedefe ulaşmak için her türlü yol caizdir” çamuruna saplanması kaçınılmaz hale gelir. “İstihdam hakkı” Allah’a bırakıldığında ve sadece vazifeye hazır halde sıra beklendiğinde ise, insan Şeytan’ın tuzaklarından kendini büyük ölçüde muhafaza etmiş olur. Burası, kıldan ince ama kılıçtan da keskince bir ölçüdür. Hayattaki birçok adımımız, amel defterimize doldurduğumuz birçok kalem ve şahsiyetimizi oluşturan çizgilerin tamamı bu ölçüyle münasebetimize bağlıdır.


Taha Kılınç'ın Yazısı.