Parlayan Nesneler Sendromu
Parlayan Nesneler Sendromu, çocukların parlak olan nesnelere dikkat kesilmesinden alıyor adını. Bir nesne parlaklığını yitirdiğinde çocuk dikkatini parlayan başka bir nesneye veriyor. Böyle bir duruma da parlak nesne sendromu adı veriliyor.
Nedir?
Parlayan Nesneler Sendromu, çocukların parlak olan nesnelere dikkat kesilmesinden alıyor adını. Bir nesne parlaklığını yitirdiğinde çocuk dikkatini parlayan başka bir nesneye veriyor. Böyle bir duruma da parlak nesne sendromu adı veriliyor. Fakat zamanla sendromun kapsamı bir çocuğun parlak bir nesneye odaklanmasının çok daha üzerine çıkıyor. Sadece çocuklar değil hemen her yaş grubundan insanın sürekli ve çok hızlı değişen modalara, yeni akımlara kapılması ve bu kapılmaların çok kısa sürmesini anlatıyor. Bu durum da kişinin bir ya da birkaç iş yerine onlarca işe dikkat yetirmek zorunda kalmasına ama dikkatin bunca parçaya bölünemeyişine bilakis dağılmasına işaret ediyor.
Odaklanamıyoruz
Günümüz insanının en önemli problemlerinden birisi odaklanma sorunu. Hepimiz yaşıyoruz; tam bir işe yoğunlaşıyorum derken başka bir şey dikkatimizi çekmiş ve dikkatimizi çeken bu yeni şeye yönelmiş buluyoruz kendimizi. Ders çalışmaya, kitap okumaya ya da mesleğimiz gereği bir işe başlamışken bir bildirimle dağılan dikkatimizi geri toplamak epey vakit alıyor. Aklımıza takılan bir meseleyi Google üzerinden araştırmak için girdiğimiz internette ne arayacağımızı unutup kendimizi bambaşka mecralarda buluyor ya da internetten bir yazı okurken karşımıza çıkan reklamlara kapılarak alışveriş sitelerine dalıveriyoruz.
Asıl yapmamız gereken iş sorumluluk alanımıza giriyor, emek ve zahmet istiyorken sosyal medyada gezinmek ya da eş dostla sohbet etmek daha keyifli geliyor. Dolayısı ile o an için daha parlak gelene kaçıyor, keyif vereni tercih ediyoruz. Hedeflere ulaşmak, ortaya ürün koymak, hayatımıza katma değerde bulunmak için yapılması gereken ilk işlerden birisi zevklerin ertelenmesi. Bu ise insana çok zor geliyor.
Doğu Ekspresi Böylesi İlgi Görmemişti
Uçakla seyahat -gerçekçi olalım- halkın ulaşabileceği fiyatlara indiğinden beri özel bir durumu olanlar hariç hemen herkes uçakla yolculuk yapmayı tercih ediyor. Otobüs tren gibi vasıtaların bir starası kalmadı. Ta ki instagram gibi mecralarda parlatılana kadar.
Doğu Ekspresi nedir nereye gider bilmeyenler, doğuyu gitmeye görmeye değer bulmayanlar bile bir hevesle yataklı tren biletlerine hücum etti. Seyahat tarihinden aylar öncesinde biletler tükendi, bilet bulabilmek için saatlerin alarmı gece üçlere kuruldu, bilet alma işinde muvaffak olamayanlar devlet ricalinden akrabalarını devreye soktu; tüm çabaları sonuçsuz kalanların ”temel haklarımız gasp ediliyor” iddiasıyla anayasa mahkemesine başvurmasına ramak kalmıştı.
Ne olursa olsun o Doğu Ekspresine binilecek, o vagon süslenecek, mumlar yakılacak, pufuduk panduflar giyilecek, örgüler yapılacak, sunumlu konseptli kahveler içilecek, eşle/dostla sağdan soldan arkadan önden bilumum cenahlardan fotoğraflar/selfiler çekilecek ve çarşaf çarşaf paylaşılacak, aksi halde yurdun demir ağlarla örülmesinin ne anlamı kalacak(!) Halbuki kapitalizm ve modernite yine ağlarını örmüştü. Şu an bu moda ve sen bundan eksik kalmamalısın mesajı genciyle yaşlısıyla pek çok insanı tuzağına düşürmüştü.
Peki moda diye trene binmeyelim mi, doğuya gitmeyelim mi, tarihimizi ve kültürel çeşitliliğimizi yerinde görmeyelim mi? Tabii ki mesele bu değil. Esas mesele sırf parlatıldı diye değil gerçekten değerli/faydalı/gerekli diye yapmak ne yapılacaksa. Kars, Muş gibi illerimiz maddi ve manevi zenginlikleri ile dün değerli idi, bugün de değerli, yarın da değerli olacak. Yataklı vagon akımı bitince kıymetinden bir şey kaybetmeyecek. Unutmayalım, lazer ışığının peşinde koşan kedi gibi oradan oraya koşturulmamak için farkındalığı yüksek tutmak zorundayız.
Kitap mı Kitap Fotoğrafı mı?
Kitap ve fotoğrafı ile ilgili bir karikatür vardı, rastlayanlar olmuştur. Adam kitap almak istiyor ve fiyatını soruyor. Satıcı “kitap yirmi lira kitabın kahve ile çekilmiş fotoğrafı beş lira” diyor. Alıcı adam kahve ile çekilmiş fotoğrafı tercih ediyor. Karikatürün mesajı net; kitabın aslı fotoğrafından daha kıymetli. Fakat fotoğrafı daha kolay alıcı buluyor.
Son birkaç yılın en parlak akımlarından birisi; instagramda paylaşılan çikolata, kitap, kahve fotoğrafları. Kitap okunmuş, sindirilmiş, kritiği yapılmış, hayata dokunmuş ya da bunların hiç birisi olmamış. Hiç fark etmez. Bu muhteşem üçlü bir araya bir şekilde getirilmiş; masa, kafe, deniz, orman ya da kütüphane gibi çeşitli konseptlerde fotoğrafı çekilmiş, çekilen fotoğrafa retro efektler verilmiş, altına birkaç cümle yazılmış ise entelektüel ve sanatçı imaj oluşturmak için gerekli materyaller toplanmış, sosyal medyada karakter inşa çalışmaları için temel atma töreni tamamlanmış demektir.
Burada da gerçekten okuyan, anlayan, anlamlandıran, yaşayan ve toplumsal fayda güderek paylaşım yapanları tenzih ediyoruz tabii ki.
Siz de Sertifikalılaştırılanlardan mısınız?
Hâlâ devam etse de yakın geçmişte ne kadar da çok parlatılmıştı sertifikalı eğitimler, atölyeler, çalıştaylar vs… Birisinden çıkıp diğerine koşan, CV kabartmak için kursları abartan bir kesim oluşmuştu. Burada da ifade etmek gerekir ki işin künhüne vakıf olmaya talip olanlara değil sözümüz. Daha çok kariyeri bir put haline getiren ve hayatını hırslarına göre organize edenleri kastediyoruz. Bir eğitime gitmek ve bunu belgelendirmek iyi, hoş, güzel elbette. Fakat o kadar abartı hale geldi ki, sertifika yoksa o programa gidilmez fikri, bir eğitime kayıt yaptırılacaksa önce sertifika veriyor mu sorusu, bir geçerliliği ya da kim tarafından tanınacağından ziyade özgeçmişe eklemelik sertifika kaygıları ne kadar modaydı. İşin özünü kaybetmeme, bir maksada binaen iş yapma, başıboş/amaçsız heveslerden korunmak için itidal ve ihtiyaç üzere hareket etmek elzem.
Kuyu Kazmazsak Suyu Bulamayız
Bu dosyada dikkat çekmek istediğimiz nokta sadece sosyal medya akımlarına kapılmak değil. Bir alanda yoğunlaşıp ehil olamamak. Eğitim aldığı bölümün derinliklerine vakıf olmamak, kendini sanat alanında yetiştirmek üzere bir alana başlamışken sıkılıp başka bir alana yönelmek, bir süre sonra onun modasının geçtiğini düşünüp başka bir konuya yönelmek, ardından bu işte para yok deyip bunu da bırakmak, daha sonra bu uğraştığım şey hiç havalı değil diyerek bırakmak, aradan zaman geçmeden şu alanda eğitim alan şuraya yerleşebiliyormuş diyerek başka bir alana girmek… Bu cümleler hiç birimize yabancı gelmiyor. Ya çevremizde ya bizzat kendimiz yaşıyoruzdur.
Tam da bu noktada Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un “Eğitim 4.0” temasıyla düzenlenen “EDUCCON 2018” eğitim konferansında sarf ettiği şu cümleler dikkatimizi çekiyor:
“Kelimelerde bir büyü de var son zamanlarda gördüğüm. Dikkatimiz çok dağılıyor. Parlayan Nesneler Sendromu diye bir sendrom var. Bu çağ, PNS çağı. Yani sürekli bir şey parlatılıyor, sürekli bir şey moda haline getiriliyor ve dikkatimiz dağılıyor. Oraya bakıyoruz, oraya bakıyoruz ve asla odaklanmamıza fırsat verilmiyor. Bu çocuklarda benim çok rahat gördüğüm ve telefon veya başka dijital araçlarla da PNS’nin giderek güçlendiği bir döneme doğru geliyoruz. Aslında bu mesele bir idealizmle de alakalıysa bizim küçük küçük çukurlar yerine kuyu kazmamız lazım yani derinleşmemiz, odaklanmamız lazım. Kuyu kazmazsak suyu bulamayız. O sebeple çocukları da böyle daldan dala birçok alanda çeşitli becerilere yönlendirmek yerine bir iki alanda derinlemesine çalıştırmak hususunu muhakkak suretle öne çıkartmak zorundayız.”
Dikkat Süresi Duruma Göre Değişiyor mu?
Farklı bir durum daha var. Dijital dünyada çok farklı şeyler parlatılıyor ve dikkatimiz dağılıyor dedik fakat yine dijital dünyada ciddi anlamda dikkati kendisinde toplayan hatta insanı başka bir şey görmez duymaz eden alanlar da var. Sanal oyunlar ve diziler mesela. Normal şartlarda insanın hemen dağılan dikkati bir oyun oynarken hedefe varmak için ya da dizi izlerken tüm bölümleri izlemek için hiçbir şekilde dağılmıyor. Mesela bir lise öğrencisi kendisine faydalı ve gerekli olduğunu bildiği halde okuma, öğrenme, araştırma gibi işleri yaparken uyukluyor, hayal dünyasında geziyor, sıkılıyor, daralıyor. Ama aynı öğrenci instagramın keşfet bölümünde gezerken üç saatin nasıl geçtiğini anlamadığını, hiç sıkılmadığını, dünya yıkılsa umurunda olmadığını söylüyor. Burada akla şu soru geliyor; ilgi alanlarına hitap eden ya da kişiselleştirilmiş içerikler karşısında insanın dikkat süresi uzuyor ve odaklanma sorunu ortadan kalkıyor mu acaba?
Kemal Sayar “Dikkat Ekonomisi” başlıklı yazısında odaklanmanın nadir bulunur bir meziyet olduğunu, medyanın ergenlerin kendileri üzerinde eleştirel düşünmeye müsaade etmediğini şu cümlelerle ifade ediyor: “Endişe, sıkıntı veya çatışmayla başa çıkmak yerine dikkatimizi yüzeysel olana yönlendiriyor ve orada teselli arıyoruz. Yüzeysel ilgiler derin düşüncenin yerini alıyor. Medya, özellikle ergenlerin kendileri üzerine eleştirel bir biçimde düşünebilme, ahlaki bir tutum ve sorumluluk geliştirme yeteneklerini köreltiyor. Giderek artan sayıda çocuk ve ergen; bir düşünce, duygu veya ödevde kalabilme, onun üzerine yoğunlaşabilme melekelerini kaybediyor. Gürültü ve çelinme her yerde, hep daha fazla uyaran aranıyor ve odaklanma, nadir bulunur bir meziyet haline geliyor. Sonuç: Büyük bir dikkat eksikliği salgını.”
Akım Akım Sosyal Medya
Kişinin dikkatini dağıtan, ciddi bir işe odaklanmasına mâni olan sebeplerin başında sosyal medya bildirimleri ve akımları geliyor. Fiziki çevre, plansız hayat rutini, ailevi etmenler, karakteristik yapı da odaklanma ve dikkat dağınıklığını etkileyen faktörler. Konu çok uzun, fakat biz burada daha ziyade sosyal medya ayağını ele alacağız. Bazı sosyal medya akımlarına mercek tutmakla başlayalım.
Pembe: Bir Renkten Çok Daha Fazlası!
Bir döneme damgasını vuran “pembe evler” mesela. Ev dekorasyonunda hemen her odada, her objede pembe, turkuaz, mint yeşili ve beyaz renkler kullanarak masalsı bir ortam oluşturmaya çalışan hanımları görmeyen duymayan kalmamıştır herhalde. Hepimizin evinde illaki pembe bir şeyler vardır ama bu bahsettiğimiz evler için resim defterinden fırlamış gibi desek yanlış olmaz.
Hunharca yapılan sosyal medya paylaşımları ile bu akım hızla yayıldı, alışveriş merkezleri en kalitelisinden en ucuzuna pembe eşyalarla doldu taştı, hanımlar akın akın bu akıma kapıldı. Daha farklı, daha dikkat çekici sunumlar yapacağım diye insanlar kendilerini helak etti. Bir de “alelacele yaptığım sunum” diyerek paylaşılan fotoğraflar vardı ki bunlar takipçileri komplekse sokan türdendi. “Ben daha tezgâhı toplamamışım bu kadın alelacele dediği sunumda adeta düğün organizasyon ekibi gibi iş çıkarmış” diye kedisini beğenmeyen, psikolojik bunalımlara giren, onda var neden bende yok diye gözünü yükseklere diken, mutsuzluk girdaplarına düşen kadınlar mutluluğu “pembik evler”de aradı. Elinde avucunda ne varsa bu pembe eşyalara yatırdı, yastık altındaki çeyrekleri bozdurup sunum tabakları aldı. Ocağına incir ağacı dikmek deyimi gözlerini pembe bürümüş bu kadınlarda ete kemiğe büründü. Bu evler haberlere, gazetelere bile konu oldu.
Abarttık mı? Abartmak değil de kesretten kinaye diyelim. Her akım gibi bu da miadını doldurdu ve hâlâ izleri ve taliplisi olmakla beraber genel manada parlaklığını yitirdi. Peki bu kadınların şu anda hangi parlak nesne ile gözleri kamaşıyor? Siyah ve gri renkleri ile kütüklere, budaklı ağaçlara sardılar şu sıra. Yeni bir akım parlatılana kadar çevremizde bolca siyah ve kütük görecemiz aşikâr.
En Parlak Sendrom
İletişim ve teknolojinin bu denli kullanıldığı bir çağda, modern insanın özellikle de sosyal medya kullanan bireyin Parlayan Nesneler Sendromu’na kapılmaması neredeyse imkânsız. Zira her an farklı bir şey parlatılıyor. Bazısı biraz daha uzun sürerken bazıları bir hışımla gelip geçiyor.
Ayrı başlıklarda verdiğimiz örnekler haricinde daha o kadar çok parlatılan akım var ki. Birkaç cümle ile yer vermek gerekirse; doğal/organik beslenme alışkanlıkları, banka kredisi çekerek tatile gidenler, köyüne gittiğinde sıkıldığını söyleyenlerin köy fotoğrafları paylaşmanın moda olmasından sonra köy sevdalısı olmaları, normalde ninesinin dedesinin elini kokuyor diye öpmek istemeyenlerin kıymet bilmek/vefa göstermek temalı fotoğraflar için el öpen fotoğrafları, içsel huzurun ve dinginliğin yakalanması için meditasyon/yoga gibi spritüal uygulamalar, spor deyince akla platesin gelmesi, içler acısı bir akım olarak şal bağlama videoları ve tabi ki ciddi bir furyaya dönüşen “anneler”. Envai çeşit anne hesabı var sosyal medyada. Tek tek isim vermeyelim; falan anne, filan anne, şucu anne bucu anne diye liste uzar gider… Bu akımların her birisi ayrı ayrı değerlendirilebilir ve kaleme alınabilir akımlar.
Günümüz İnsanı Kolaya Kaçmayı Yeğliyor
H. Zeynep Harman
Bir konuda uzmanlaşmak için emek vermek, yeterince çalışmak şart. Bu çalışma içinse; bir şeye yoğunlaştığımız zamanlarda diğerlerine hayır diyebilmek gerekiyor. Günümüz insanı kolaya kaçmayı yeğliyor. Zahmet çekmek istemiyor. Zamanın akışında onu ne nereye sürüklüyorsa oraya sürüklenmek; zamanı yönetmekten, hayır dememiz gereken şeylere göğüs germekten daha kolay.
Hedefe giden yolda ayağa çelme takan pek çok şey olabilir ama iki sebebin açık ara önde olduğunu düşünüyorum; akıllı telefonlar üstünden kolay erişilen ve zamanı yiyip bitiren sosyal platformlar başı çekiyor elbette. İç huzurunu bulmadığı için yalnız kalamayan, kendinden kaçmak için -nitelikli birliktelikten söz edilemese de- kalabalığın içinde yerini alan insan. Hatta bu iki sebep iç içe bir keşmekeş döngü; kendisiyle baş başa kalmamak için sosyalliğe kaçan, sosyalliğin içinden de telefon uçan halısına binip asosyalliğe uçan insan.
Çalışmanın zor gelmesi ise bir başka sebep. Dönem dönem parlatılan şeylere yönelmenin altında, geçer akçenin bu öne çıkarılan şey olduğunu düşünüp insanlardan takdir görme yatıyor olabilir.
Bütün bunların farkında; insanın kendini tanıması, gel geç sevdalardan ziyade asıl yeteneklerinin farkına varması, tespit ettiği/belirlediği yeteneği üstüne zor olsa da çalışması, çeldirici sebepler mâni olarak karşısına çıktığında hayır diyebilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ben de tüm bunlar için çabalıyorum.
Her Birinden Bir Parça Yapıyor, Hiçbirinde Bir Üst Seviyeye Geçemiyordum
Gül Ardıç
Parlatılan şeylerin sadece dış görünüşüne bakıp, işlevselliğini, hangi amaca hizmet ettiğini unuttuğumuz zaman bu akımlara kapılmak daha kolay olabiliyor. Arayışta olan yahut kendini tanımaya pek vakit ayırmamış olan insanlar da hemen kapılabilir bu akımlara. Çok çabuk karar vermeyen birisi olarak bu konuda işim kolaylaşıyor diyebilirim. En azından istediğim şeyi sadece o dönemde parladığı için satın almak, yapmak istemiyorum. Ya geçmişten gelen bir isteğim vardır yahut hayatımın bir alanında bana hizmet ediyordur.
Kendi hayatımda çok da minimalist olmayan hobilerim var. Bunların her birine vakit ayırmak yıllar geçtikçe daha zor hale gelmeye başladı. Bunu fark ettiğim ilk an kendime bir soru sordum: “Önceliğim hangisi olmalı, neden?” Aynı dönemde dört beş farklı şeyle ilgilenmek mümkün olmadığından bir seçim yapmam gerekiyordu. Her birinden bir parça yapıyor, hiçbirinde bir üst seviyeye geçemiyordum. Bu da zamanla rahatsız etmeye başladı. Ayrıca bir ilim/sanat/iş tümüyle öğrenildiğinde oluşacak tecrübeler, birbirinden farklı pek çok işle ilgilenirken edinilecek tecrübeden çok daha fazla. Bu yüzden bir hobimi kendi hayatımda parlatıp, diğerlerine vaktim olduğunda bakıyorum. Mesela bir dönem suluboya yapmak pek ilgi görmüş, deyim yerindeyse “Parlatılmış Nesneler”e dönüşmüştü. Ben ise küçüklüğümden beri ders aralarında arkadaşlarımın resmini çizen biri olarak suluboyanın yükseldiği devirde “evet yapmak istediğim bu” diyerek başlamıştım. Şimdi o furya geri plana atsa da benim hayallerimin bir parçası olarak duruyor. Hala canım sıkıldığında kendimi suluboya yaparak teskin ediyorum.
Bunun gibi bir anda moda olan akımlara karşı teslimiyetçi davranmaktan ziyade sorgulayıcı olmak, yaşam tarzımıza, bakış açımıza, düşüncelerimize uygun olup olmadığına dikkat etmek karar verme sürecinde bizim için daha faydalı olacaktır.
Tasarruflu Yaşam Normlarına Dikkat Etmeye Çalışıyorum
Zeyneb Karakuş
Günümüzün dikkat çelen etkenlerinden izole olabilmek hepimiz için zor. Kendi yaş grubumda sosyal medyanın başını çektiği kişisel gelişim akımları, lükse özenme, sürekli elde olmayana öykünme durumları yaygın. Bu çelicilerden uzak kalmak adına ailelerin uyguladığı geleneksel yöntemlere, tasarruflu yaşam normlarına dikkat etmeye çalışıyorum.
Herkesin bir doğrusunun olduğu ve her şeyi bildiği bir dönemde emin olmadığım kişilerle istişare etmekten kaçınıyorum. Popüler kurslar, sertifika programları veya konferanslar yerine örgün ve yönlendiren eğitim/okul hayatının içinde olmaya gayret ediyorum. Ve mümkün olduğunca evde zaman geçiriyorum. Ancak tüm bunlar yeterli olmayabiliyor. O zamanda dikkatimi toparlamak için İnşirah Suresindeki şu ayeti düstur edinmeye çalışıyor ve zamanın Rabbine sığınıyorum; “Fe-iżâ feraġte fensab, O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve ibadetle) yorul.”
Ayşe Yazıcılar'ın Yazısı.