Anlamsız Yaşayanlar Kötülüğün Karşısında Kalkansız ve Zırhsız Kalırlar
Ülkemizin en önemli psikiyatrlarından olan Kemal Sayar Hoca’nın son yayımlanan “Başı Sınuklar İçin Kılavuz” kitabı vesilesiyle yaralı ruhları, kırgın gönülleri, anlamsızlık pompalanmasını, derin yalnızlık hislerimizi, depresyonu ve daha pek çok şeyi konuşma imkanı bulduk. Kemal Sayar Hoca’nın sözleri hepimize şifa olabilir.
Hocam “Başı Sınuklar İçin Kılavuz” isimli yeni kitabınız hayırlı olsun öncelikle, baht açıklığı dileriz. “Başı Sınuklar” ne anlama geliyor, nasıl bir hikayesi var?
Teşekkür ederim güzel dilekleriniz için. “Başı sınuklar” Fuzuli’nin bir beyitinden alındı: “Sitemin taşıyla başı sınuk bedeni şîkeste Fuzûlî’yem / Bu alâmet ile bulur beni soran olsa nâm-ü nişânımı” diyor. “Başı Sınuklar İçin Kılavuz”, kalbi kırılmışlar, mahzunlar, tutunamayanlar için yazılmış bir mektup.
Mesleğimi, “elem doktorluğu” olarak tanımlıyorum; incinmiş zihinler, kırık gönüller, dünyanın kenarından geçerken kaza oklarıyla yaralanmış ruhlar, merhem olalım diye bizlere iltica eder. Aslında bir yandan kendim de bir başı sınuğum. Psikolojide bir tabir vardır: “Yaralı şifacı”. Irvin Yalom, “Terapi, biri diğerinden daha dertli iki insanın buluşmasıdır” demişti bu aşinalığı anlatmak için. Bir yaramız olduğu için belki de, kapımıza varmış herkesin yarasını sağaltırken azar azar kendi yaramızı da tedavi etmekteyiz.
“Başı Sınuklar için Kılavuz”, danışanlarımın ayak izinden yola çıkarak oluşturduğum bir kitap. Jung, her insanın kendi gölgesiyle yüzleşmesi gerektiği söylemişti. Gölgemize yani projeksiyonlarımıza biz zaten hep rastlarız, ama öncelikle hep başkalarında. Yunus diyesi “Sen sana ne sanırsan / Ayruğa da onu san / Dört kitabın manası / Budur, eğer var ise. Her insan, daha özelinde de her danışan bizim kendi gölgemizi, kişiliğimizin karanlıkta kalmış bir tarafını da aydınlatır. Onlara dair soruları cevaplamaya çalışırken biz kendimizle ilgili sorunları da çözümleriz, kendi gölgemizin gözlerine bakmadan bu analizi yapmamız mümkün değil. Daha geniş bir perspektiften ise, bizler danışanlarımızla aynı denizin balığıyız, aynı çağın ve aynı toplumun sorunlarıyla çarpışa çarpışa ilerliyoruz; tüzükler bizlerin de boynunda. Geniş bir ailenin aynı dertten muzdarip akrabalarıyız, danışanlarım dalgalı bir denizde bana boy veriyor, ben de onlara el sunuyorum. Tüm bunların tezahürünü kitabımda yansıtmaya çalıştım.
Bu kitap kimler için kılavuz niteliği taşıyor? Özellikle kimlere şifa olmasını isterdiniz?
Kalbinin ışığını söndürmemeye çalışan, ihtimam ahlakını, varlığın hatrını gözeten insanlar için kitabım. İnsandan, çok değilse bile bir şeyler ummuşların, çaresiz kalmışların, kimseyi kırmamayı kendine düstur edinse de kırılmamayı başaramamışların, düş kuranların kitabımda kendilerine dair birçok şey bulacağını tahmin ediyorum. Bu nazenin ruhlara kayboldukları loş düzlükte bir kandil yakmak, bir sonraki menzile davranma dermanı versin diye bir tas su uzatmak istedim. Umudum o ki, onlara şifa olsun.
Son yıllarda ülkemizde ve hatta dünyada anlam arayışının arttığı, anlamsızlığın ve buna bağlı olarak pek çok depresyon çeşidinin yükseldiği konuşuluyor. Siz bu konuda ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğumuz kanaatini paylaşıyor musunuz?
Modern insanın en büyük problemi bir varoluşsal boşluk içinde yaşaması. Geçmişin emniyet istihkamları bir bir düşüyor. Hem gelenek hem de modernite, insanlığa bütüncül bir tasavvur sunuyordu, insanlar muhkem yapılar içerisinde, kendileri için çizilmiş şablonların dahilinde bir aidiyet hissiyle sarıp sarmalanmış durumda yaşamaya alışkındılar. Oysa postmodernite henüz yeni yaşam kiplerinin icat edilip eskilerinin yerine ikame edilmediği, kervan yolda dizilirken öndeki kervanın dağıldığı, yeni kurallar ve yapıların da ufukta henüz zuhur etmediği bir seyyaliyet barındırıyor bünyesinde.
Kaygı, insanda varoluşsaldır, ancak ifrada kaçan her şeyin patolojikleşmesi gibi, kaygı da insanı içinde soluyup zehirlendiği bir odaya hapsetmiş durumda bugün. Emniyet kaynaklarının yerini alacak yeni bir enstrümanımız yok. Bu da insanları ruhsal istinat noktası bulmaksızın bir boşluk içinde bırakıyor. Baktıkları her yön, onlar için aynı vaadsizlikle yüklü. Bütün bunların neticesinde de ruhsal sıkıntılar tırmanıyor. İnsanlara cam bir kavanozdan çıkışı bulmaları için yardım etmeye çalışıyoruz.
Günümüzün en sıradan insanı dahi, geçmiş çağlardaki türdeşine göre aşırı şekilde endişeli ve gergin. Bu parçalanma hali, ya büyük sanat eserleri şeklinde kendini dışa vuruyor ya da şiddet ve büyük patlamalar halinde ortaya çıkıyor. Nevroz, janus gibi iki yüzü olan bir durum; imkanlarınıza ve seçimlerinize göre sizi yaratıcılığa da yıkıma da götürebiliyor. Ötekine emniyetin kalmadığı bir dünyaya hızla yol alıyoruz.
Ne yapmak gerekiyor peki?
Bunun panzehiri kaybettiğimiz değerleri hatırlamak. İnsanın bu hayatta niçin yaşadığına dair bir anlam duygusu olmalı. Bir istinat noktası olmalı. Orada durarak hayatı daha iyi anlayabileceği bir referans çerçevesi olmalı. Gayesiz ve anlamsız bir insan, yanlış bir gayenin ve sahte bir anlamın peşine düşmüş birinin yapacağı kadar olmasa da, kötülüğün karşısında kalkansız ve zırhsız kalmış biridir (yanlış ve sahte insanın ise tüm techizatına ek olarak elinde bir de kılıç durur).
Maalesef post modern anlayış bizi “her şey gider”, “her şey mubahtır” noktasına getirdi. Bu boşlukta daha fazla örselenmek istemiyorsak, ya kile can verir gibi, boşluğun kendisine bir varlık biçimi kurmamız ya da hayatımızın içindeki saklı duran anlam duygusunu, hayreti, şairane bakışı yeniden keşfetmemiz, gerekirse icat etmemiz gerekiyor. Kendi meşrebine göre insanlar bunlardan birini tercih edebilir; her iki şekilde de ya mutlu yahut filozof olabilirsiniz.
Değer eksenli bir hayat, kaybetme riskini ortadan kaldıran bir hayattır, yenildikçe büyüyen zaferler ancak ve ancak değer odaklı eylemlerin faillerine ait olabilir. İnsanı diri tutan şey, canlı yüz yüze insan ilişkileridir. “İnsan insanın yuvasıdır” diyorum. Bu sebeple depresyona karşı en iyi ilaç da, dostun omuz hizasındaki duruşu, yarenin tatlı dili, güler yüzüdür.
Anlam arayışında olanlara kitapta geçen “Bir tek hayatın bile sırf siz yaşadınız diye daha rahat soluk almış olduğunu bilmek” sözü ve taşıdığı mana şifa olabilir belki, ne dersiniz?
Rollo May, “Vicdan kendini aldırış olarak gösterir” diyordu. İyilik, her zaman şimdi olduğu gibi sözün sultasında değildi. İyi insanlar, yapan ve söylemeyen hatta unutan insanlardı. Bir kıssada işitmiştim “en makbul sadaka sarhoşun sadakasıdır; ne ne verdiğini bilir, ölçüsüzce verir, ne de ne verdiğini hatırlar” diyordu. İyiliğin bizim tabii melekemiz haline gelmesi, insiyaki bir şekilde düşmüşe el uzatmamız gerekiyor. Dostoyevski “Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur, en çok da ben” diyordu. İnsanın sadece kendi faydasına olacak şeyler peşinde koşturduğu bir hayat hüsrandan başka toz bırakmayacaktır avuçlarında. Salih ameller, kişisel olmayanlardır, hüsrandan istisna tutulanlar onlardır. Ab-ı hayata dair anlatılan hikayelerden biri çok ilginçtir; rivayet o ki İskender’in ordusunda bir asker, ordunun muhasara edilmesi ve susuzluktan kırılması üzerine, canı pahasına düşman saflarını yararak askere su getirmek üzere gönüllü olur. Bulduğu suyu kaynağında önce kendi içmiş ve geri taşımayı başarmıştır. Kısa sürede, onun içtiği suyun ona ölümsüzlük verdiği anlaşılır, kaynağından bu suyu içmek ve ölümsüz olmak isteyen İskender de kaynağın yerini askerden öğrenir ve kuşatmadan sonra bulup, bu kaynaktan içer. Ama İskender’e ölümsüzlük bağışlanmaz. Çünkü o, suyu kendi için aramıştır. Doğruluğu tartışılır ama verdiği öğüt insanlığın kadim felsefesinin en köklü prensiplerinden biridir. Evet, bir tek hayat bile bizim sayemizde (saye, gölge demektir malum) daha rahat soluk aldıysa bu bizi hüsrana uğramaktan muhafaza etmeye yarayabilir.
Muhtemelen bizden 100 yıl önce yaşayanlara göre çok daha fazla insanla tanışıyoruz, kesişiyoruz. Daha fazla biliyoruz ve imkanlarımız daha iyi noktada. Sosyal medyada like aldıkça büyük keyif alıyoruz ama bunlar bizi derin yalnızlık hissinden kurtaramıyor. Kitapta da geçtiği gibi “insan çölünün ortasında kendimizi kimsesiz hissedebiliyoruz”. Sahici ilişkiler arıyor sanki ruhumuz. Çağımız yalnızlık diye bir hastalığı var mı? Bunu nasıl aşacağız, pratik tavsiyeleriniz olur mu bu konuda?
İnsan, kendini insanda tanır. Bu, birçok psikolojik teorinin de kabul ettiği gibi ilk yıllarımızdaki aynalama evresinde olduğu kadar, sonraki dönemlerde de varlığımızın onay görmesi veya olumsuzlanması sayesinde bir keski yahut rendeyle aynaya baka baka kendimizi yontmak gibi. İnsanın sosyal bir canlı olmasının manası en temelde budur.
Ama bildirimleri sadece beğeni, eğlenceli, kızgın, üzgün vs. şeklinde almıyoruz, hatta çoğunda fiili bir geri bildirim aslında hiç almıyoruz. Ama değer verdiğimizin insanların bize mukabelede bulunurken bakışlarındaki sıcaklık yahut bir elin parmaklarının omzumuza dokunmasıyla içimiz genişliyor, eylerken daha sık tekrarlıyoruz, bizzat o şey haline geliyoruz.
Sosyal medyadaki geri bildirimler ise bizde bir duygu uyandırsa bile doğamızda yer etmiyor, zaten reaksiyonu geçtim, aksiyonların bile kendisi yapay ekseriyetle.
Sosyal medyada arkadaş listemizde olan, takipleştiğimiz insanlar kelimenin gerçek manasıyla arkadaşımız sayılamaz. İngiliz antropolog Robin Dunbar tarafından ortaya atılan bir teoriye göre bir insanın yürütebileceği sosyal ilişki sayısının sınırı yaklaşık 150 kişilik. Bunun üstündeki her birikim istifçilikten başka bir şey değil, kullanım değerine sahip nesneler haline gelen kişiler yani. Ömrümüzün bir döneminde dirsek temasımızın olduğu insanlar ancak bizim için etkileşimimizin yokluklarında da sürdüğü kişiler olabilir.
Bugün insanlar, göçlerle, modern şehir hayatına atomize olmalarıyla, dağılmalarıyla, sosyal medyada oluşturdukları anonim kimliklerle, kendilerinden ve hikayelerinden uzaklaşıyorlar.
Kitapta “kozmik yalnızlık” diye bir ifade geçiyor. “İnsanı Allah’tan koparan, onu kendi fıtratına ve aleme yabancılaştıran bir bağlantısızlık hali. Lütfun ışığının sönmesi.” şeklinde tanımlıyorsunuz. Biraz açabilir misiniz kastınızı?
İnsanın kendini insanda tanımasının daha ötesinde başka bir şey var, insan Allah’ı da insanda tanıyor. Yalnızlığın en anlaşılamamış sebebi bu.
Simone Weil’in çok sevdiğim şu sözü, “Yan yana zindanlarda duvara vurulan darbelerle irtibat kuran iki tutsak. Duvar onları ayıran ve aynı zamanda onlara irtibat kurma imkanı veren şeydir. Biz ile Tanrı arasındaki durum da böyledir. Her ayırım bir bağlantıdır.”
İnsanı, masiva olarak görmemek gerekiyor. Asaf Halet Çelebi’nin mısrasıyla söylersek “İbahim gönlümü put sanıp da kıran kim?” İnsan, tabiattan ve insandan uzaklaştığı, başkalarını kendi gönlünden sürüp çıkardığı ölçüde Allah’tan da uzak düşüyor, lütfun ışığını da alıp götürüyor her giden.
Bazen depresyonun çok tatlı ve arzu edilmesi gereken bir şey gibi anlatıldığına şahit oluyoruz. Aşk acısı, bunalım, bohemli yaşamak gibi depresif hallere çağıran şarkılar, filmler, kitaplar var ve gençler tarafından çok seviliyor. Bu tip haller, talip olunabilecek şeyler midir? Hüznü, depresyonu arzulamalı mıyız?
Hep söylüyoruz, “melâli tanımayan nesle aşina değiliz” ve evet elbette ki Allah kalbi kırıklarla beraberdir. Ama melal de, hüzün de, hatta keder de, varlığa dair bir umut etme biçimidir. Nihilizm ise korkunç bir sonrasızlıktır. Depresyondaki insanlar rasyonel melekelerine azami derecede işlev kazandırmış olsa da, varlığın her zamandaki bu hazır ve nasırlığını ıskalarlar. Goethe’nin ifadesi çok tatlıdır “İman, sevgi ve umut bir zamanlar sakin, hoşsohbet bir anlarında kendi doğalarının özünde elle tutulur bir güdü hissetmişler, birlikte çabalamışlar ve sevimli bir eser, daha üst manada bir Pandora yaratmışlar: Sabrı”. Umutsuzluk, elemperestlik asla yüceltilmesi gereken şeyler değil. Kendi geldiğinde hüznün ve acının başımızın üstünde yeri var, yatıya kaldıkları muvakkit bir zamanda sabırla ve iyi ağırlanmalıdırlar ama hanemizin daimi üyesi olmamasına dikkat etmeliyiz.
Yusuf Temizcan'ın Yazısı.