İki bayram arası sebebini tarif edemediğim bir şekilde içim huzurla dolar hep… Sanıyorum çocukluktan kalma bir şey bu hissettiğim. Hatta Ramazan bayramı biterken, “Kurban bayramına kaç gün?” kaldı hesabı yapmışlığım çoktur. Çocukluğumda hep tatil gözü ile baktığım bu zaman dilimleri, ilk Afrika yolculuğum ile bambaşka bir rüyaya dönüşmüştü benim için...

Kurban bayramını hakkıyla idrak edebilmek adına dünyanın en fakir ülkelerinden birisi olan Nijer’e gitmek için uçağa geçiyoruz. Uçakta boş yer yok, sanki Ankara-İstanbul iç hatlar seferini yapıyormuşçasına ekseriyeti Türk vatandaşları, kalan kısmı ise Afrikalı ve maalesef misyoner Avrupalılarla dolu.

6-7 saatlik bir yolculuk sonrasında kaptanın anonsu ile Niamey‘e inişe geçiyoruz. Havalimanındaki işlemlerden sonra dışarı çıkıyoruz, kapıda bir sürü insan… Bir şeyler satmaya çalışanlar, sadaka isteyenler… Her yoksul ülkede olabilecek sıradan şeyler deyip, kendimizi avutuyoruz. Kalacağımız misafirhaneye doğru yola koyuluyoruz. Geç saatte inmiş olduğumuzdan tam olarak nasıl bir yerde olduğumuzu henüz fark etmiş değiliz.

Oldukça sıcak bir karşılama, bizden birkaç gün önce gelenler ve orada yerleşik bulunan diğer kardeşlerimiz… Samimi bir ortam, adanmış gönüller… Bayramın ülkemizden bir gün sonrasına denk gelmesi nedeniyle, ziyaretler için bir gün fazladan kazanmış oluyoruz. Niyetimiz yakında bulunan bir köye gitmek. Yolların düzenli olmayışı sebebiyle düşündüğümüzden çok daha uzun sürüyor yolculuğumuz. Daha köye girmeden gelişimizi gören çoluk, çocuk, kadın kim varsa toplaşıyorlar. Elektrik yok, su yok, daha fenası ev diye kaldıkları yer yaklaşık 4-5 metre kare, sap, saman ve çamurdan bir göz odacık. Çocukların üstü başı yırtık, yüzü gözü toprak içinde, zayıflar ekseriyetle… Birkaç kadın sırtlarında 3-5 aylık bebekleri ile havanda “millet (mil)” dövüyorlar, yerel bir bitki; biraz kuş yemine benziyor. Bunu havanda dövüp, bulanık su ile katık yapıp pişiriyorlar ve günde genellikle tek öğün yedikleri çorba gibi bir şey ortaya çıkıyor. “Sadece millet mi, başka bir şey yok mu?” diye soruyorum. İşte ilk olarak o zaman anlıyorum, “yok” tam olarak ne manaya geliyor. Çocuklara sarılıyorum, bazıları korksa da bizden, bir kısmı uzattığınız şeker ile niyetinizin kötü olmadığını anlamış gibi yanaşıyor. Yıllarca onlardan bihaber nasıl yaşadık, nasıl üç öğün mükellef sofralara oturup, tıka basa nasıl doldurduk midemizi? Utanıyorum ve bu insanlar gözlerimin içine bakmasın istiyorum… Sevgi çığlıkları ile etrafımıza cennet neşesi saçan çocuklar, minnettar ve çekingen gözlerle bizlere bakan kadınlar, her adımımızda yanımızdan ayrılmayan gençler, “Bir daha ne zaman geleceksiniz?” diyerek, daha da utandırarak uğurluyorlar bizi…

Öğrendiğim kadarıyla, Nijer’de çok yetimhane varmış. Hatta misyonerlerin en çok faaliyet gerçekleştirdikleri yerler olduğu söyleniyor. Biz niyet ediyoruz ve bir yetimhaneden içeri giriyoruz. Daha önce Fransızların tabelaları yerinde Türk Bayraklı tabelalar görünce bir nebze olsun rahatlıyorum. Tadilatı yapılıp, ek binalar ile devlete teslim edilmiş bu yetimhane. Nijer şartları göz önüne alındığında nispeten iyi diyebileceğimiz bir yer. İçeri doğru ilerliyoruz, çocuklar koşarak kucağınıza atlıyor… Beşiklerde yatan minik bebekleri görünce o tarafa doğru yöneliyorum. O esnada yerde ana kucağında yatan henüz bir yaşlarındaki çocuk gözüme çarpıyor. Eğilip yaklaşıyorum yanına, biraz sevip okşuyorum; yüzünde bir tebessüm beliriyor. Bayramda yanında olamadığım, o günlerde bir yaşlarında olan kızım geliyor aklıma; ayağı ile oynadığımda nasıl kahkahalar attığını hatırlayıp, gayri ihtiyari bebeğin ayağına dokunup çekiyorum elimi… Tıpkı kızım gibi gülüyor bana… O güldükçe ben ağlıyorum, insanlığımdan utanıyorum ve kalkamıyorum oturduğum yerden.

Gece uyuyamıyoruz hiçbirimiz. Sessizce bakıyoruz birbirimize konuşmadan. Hâlbuki yarın kurban için bize verilen bölgeye gideceğiz erkenden. Biraz da olsa dinlenmemiz lazım ama olmuyor, yapamıyoruz…

Sabah namazı akabinde erkenden herkes kendi bölgesine dağılıyor. Ayrılmadan önce dualar ediliyor ve yola koyuluyoruz. Biz Nijer’in Simiri bölgesine yaklaşık 50-60 km’lik bir yolculuktan sonra ulaşıyoruz. Yerel yetkililer ile görüşüp, bayram namazı için herkes ile birlikte açık bir alana gidiyoruz. Eski olmasına rağmen bayramlık olduğunu hemen anlayabildiğiniz kıyafetler içerisinde çocuklar… Bir tanesine şapkamı veriyorum; bana karşı olan tedirgin bakışları, sıcak bir yakınlığa dönüyor. Yerel bir dil konuştuğundan anlaşamasak da, o bana gülüyor, ben ona gülüyorum…

Hayvanlar bile açlıktan zayıf burada. İnsanlar belki yılda bir defa yiyecekleri etlere kavuşabilmek için sıradalar. O nedenle bayramın onlar için mahiyeti çok daha farklı. Bölgeden Niamey’e doğru ayrılırken uzaktan şöyle bir kez daha bakıyorum; geride mütebessim insanlar yanında, gerçek bir bayram bırakılmış olduğunu görüyorum. İşte hem onlar için ve hem de bizim için bayram tam anlamı ile başlamış oluyor.

Başkent Nimaey’de ise kesilen kurbanlardan bir kısmı dağıtım için poşetlenmiş, belirlenen ailelere dağıtılacak. İnsanlar akşamüstü diye belirtilmiş olunmasına rağmen, dağıtım merkezi önüne sabah saatlerinde gelmiş, sıcak altında oturuyorlardı. Kalabalık arttıkça bizim de tedirginliğimiz artıyordu. Zira kesim yapılan her bölgede dağıtım da yapılmaktaydı. Bu sebeple mevzu bahis alana sadece belirli sayıda hisse gelmişti. Bebekleri ile bekleyen kadınlar, saatlerce kapıları aşındıran insanlar… Bunu anlatacak kelime yok, ya bekleyip eli boş dönen olursa? Nitekim öyle de olacaktı, herkese yetmeyecekti bu iyi niyetli çabalar…

Ve günler geçti, yıllar geçti ama bu ve buna benzer birçok kare şu an taptaze zihnimde… İçimde bir an önce oralara gitme arzusu var. Zira dünyanın herhangi bir yerinde, kardeşlerimiz sefalet ve yokluk içerisinde. Bizim burun kıvırdığımız her şey onlar için paha biçilmez.

İşte o günden beri iki bayram arası heyecanım yine çocukluğumdaki gibi kalsa da, sebebi için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Öyleyse bu bayramı yine mesafe olarak uzaklarda ama iç dünyamıza çok yakın bir yerlerde geçirmeye; kardeşlerimizle buluşmaya ne dersiniz?

İstemek ve çabalamak işin yarısı, geri kalanı ise nasip işi…


Emre Topoğlu'ın Yazısı.