Merve Kurtoğlu

Dergimizin sevilen yazarlarından Ayşegül Genç, 4 romandan sonra öyküleriyle kütüphanemize geldi. Biz de bu vesile ile kendisine öykülerini, romanın öykü ile ilişkisini ve değişmeyen dertlerimizi sorduk. Ayşegül Genç “Herkes anlatır, önemli olan nasıl anlatacağımız” diyor.

4 romandan sonra ilk defa öykü kitabınız yayımlandı. Ne hissediyorsunuz?

Çok mutluyum. Heyecanlıyım da. Çünkü öykü ve hikâye alanında çok başarılı isimler var, o kulvara girmek cesaret istiyor.

Cesaret demişken, roman ve öykü arasındaki geçişkenlikler edebiyat dünyasında yıllardır tartışılır durur. Genellikle öykülerde iktidarını tescilleyen kalemler romanda kendini ispatlamak ister. Siz iki türde de çok iyi eserler vermiş birisiniz. Nasıl bakıyorsunuz bu geçişkenliğe? Bir alanda sabit kalmak yazarlar için zayıflık mı?

Herkes anlatır. Anlatmak bir ihtiyaç çünkü. “Nasıl anlatmalı?” sorusuna verdiğimiz cevap ile diğerlerinden ayrılırız. Edebi türler içinden seçimler yapar veya bir tür içinde teknik çalışmalarla uğraşırız.

Ben aslında derdimi anlatmanın yollarını yokluyorum. Görme engelli biri gibi. Dokunmaktan emin ama yoldan emin olamama halidir bu. Çünkü göremeyen biri için dokunmak değil dokunamamak sorundur, parmakların hissizleşmesi kadar etrafınızdaki pürüzsüzlük, netlik de bir sorundur. Pütürlere, engebelere dokunarak hedefe varmak göremeyen biri için daha kolaydır çünkü. Bir alanda sabit kalmak, emin olmak, net olmak bu açıdan belki bir sorun olabilir, belki başkası için sorun da olmayabilir, belki diğerleri iyi görüyordur, bilemiyorum.

Öykülerinizin bir kısmı bireylerin iç dünyasındaki gerilimleri yansıtırken bir kısmı da toplumsal handikaplarımıza değiniyor. İkisinin aynı anda olduğu öyküler de var tabii. Mesela “Kül Taneleri” isimli öykünüz, çocuklarımızı yetiştirirken yaptığımız hatalara, başarı anlayışımızın onları hayatın normal akışından kopardığına odaklanıyor. Ama annenin iç gerilimlerini de yansıtıyor. Nasıl görmek lazım bu durumu?

Eğitim sistemini ya da sistemleşmiş herhangi bir şeyi eleştirirken kendi içimizde dönüp duran sarmaldan çıkma temrinleri de yapıyoruz aslında. Sistemler bizi ya püskürterek yüzleşmeye çağırıyor, ya içine çekip şekillendirerek. Ama ömrün bir yerinde muhakkak yüzleşiyoruz. Bu öykü de böyle bir öyküdür. Başkasının kaybından çıkan sonuçları anlatır. İnsanı kendi kaybı ile yüzleştirmeye çalışır.

“Çözülme” isimli öykünüz başörtüsü yasağı nedeniyle okulu bırakmak zorunda kalan bir hanımefendinin “Başörtüsü sorunu yüzünden bu kızlarımıza destek oluyoruz alicenaplığı yayılıyor giriş katının soğuk duvarlarına” diye tanımladığınız “Beşer Holding”te çalışmaya başlamasını ve orada karşılaştığı tuhaf durumları anlatıyor. Müslüman camialardaki çözülmeye yönelik ağır bir eleştiri olarak okudum ben bu metni. Hem bu duruma hem de öykü aracılığıyla toplumsal eleştiri yapmaya karşı tavrınız nedir?

Toplumsal eleştiri yapmak ya da o meşhur ifade ile çiçek böcek edebiyatı yapmak bir tercihtir. İyi bir edebiyatçı değilseniz her iki alanı da katledersiniz. Pedofiliyi, tecavüzü, şiddeti veya haksızlığı elbette anlatmak zorundayız lakin bunu nitelikli yapamazsanız özendirici teşvik edici olursunuz. İyi ve kötü arasındaki sınırı netleştirerek kötüden bahsedebilirsiniz. Bu bir sorumlu bakıştır çünkü. Ama sorumsuzca ve ağırlığı iyilik kefesine koymadan kötüden bahsedemeyiz. Edebiyat sorumsuzca davranılacak en son alandır özü itibarı ile. Diğer yandan Sohrab Sepehri isimli İranlı bir şair vardır öyle şiirleri vardır ki çiçek böcek edebiyatı gibi görünür ama insan olmanın derinliklerine kadar uzanır.


GENÇ'ın Yazısı.