“Zalimler zulmüne, hainler küfrüne inat edip devam etse de Allah nurunu tamamlayacaktır! Çünkü bir vaadi var. Kâfirler istemese bile, bir güneş doğuyor…” Rabbimiz vadettiği nuru tamamlamak üzere Peygamber Efendimizi (s.a.v.) vazifelendirmişti. Dünya, milâdi 571 senesinde İslam güneşinin ilk ışıklarını ufukta görmüş, 610 senesinde ise onunla tanışmıştı. Bu güneş, fani olana nazaran daha çok şey vadediyordu; cenneti, peygamberimize komşu olabilmeyi, Allah’ın nur cemalini görebilmeyi… Elbette kolay olmayacaktı bu vaatlerle hemhâl olmak. Ademoğlu çıplak gözle güneşe dahi bakamazken, Allah’ın nur cemaline nasıl bakacaktı? Bir bedeli olacaktı elbet, demlenmek gerekti. Efendimizin dizleri dibinde Kur’an ile, sünnet ile iyice demlenen sahabe efendilerimiz yollara düştüler. 
 
Daha önceki yazımızda Vehb b. Kebşa (r.a.) hazretlerinden bahsetmiştik. O, Ab-ı Hayat şerbetini diğer insanlara tattırmaya, Efendimizin “İlim, Çin’de dahi olsa gidin alın.” sözlerinde bahsedilen Çin’e giden mübarek kişiydi. O, fani güneşin doğduğu diyarlara gitmişti. Biz bugün tam tersi istikamette olan, Endülüs’ten, Tarık b. Ziyad’dan bahsedeceğiz. 
 
Peygamber Efendimizin başlattığı fetih hareketleri Hz. Osman (r.a.) döneminde Kuzey Afrika sınırlarını aşmıştı. İskenderiye ve Trablusgarp’ın fethedilmesiyle iyice hızlanan İslam ordusu, Bizanslılara ve Berberilere karşı yapılan savaşlar sonucunda İspanya kıyılarına ulaşmıştı. Stratejik öneme sahip Septe Kasabası, İspanya Kralı ile problemler yaşayan Septe Valisi Julien tarafından Müslümanlara teslim edilmişti. Mücahitler, karşılarındaki İber Yarımadası'na, İslam güneşinden bir demet ışık olup saçılmak için sabırsızlanıyorlardı. 
 
Vali Julien, Afrika çöllerinde yel gibi esen komutan Musa b. Nuseyr ile iletişime geçerek ona İspanya’ya geçmesini tavsiye etti. Bunun üzerine Musa b. Nuseyr öncü birlik hazırlatıp Julien’in gemisiyle, grubun başında Tarık b. Ziyad olmak üzere İspanya’ya yolladı. Yarımadaya ulaşan mücahitler incelemeler yapıp bölgenin fethe uygun olduğunu gördüler. Septe Valisi'nin temin ettiği gemilerle çoğunluğu Berberilerden oluşan 7000 kişilik kuvvet İspanya’ya doğru yola çıktı.
 
Tarık b. Ziyad’ın bulunduğu gemi, Tarık’ın dağı anlamına gelen, Cebel-i Tarık Boğazı'ndan geçiyordu. Bu sırada kahraman komutan, tefekküre dalmış bir şekilde bilinmeze doğru gitmenin hayırlara vesile olmasını diliyordu. Bir uyku hali kapladı kendisini. O anda Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz ile ashabını gördü. Her biri kılıçlarını kuşanmış, yaylarını germiş, oklarını düşmana fırlatmak için hazır bekliyorlardı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Ey Tarık! Yoluna devam et!” buyurdular ve ashabı ile birlikte Tarık b.Ziyad'ın önünden Endülüs'e girdiler. Mesut komutan, büyük bir sürur içinde uykusundan uyandığında burayı fethedeceğine inanmıştı.
 
Ordu, Buheyrâ denilen bir mevkiden karaya çıktı. Yolda alınan fetih müjdesi gönüllere su serpmişti. Tarık b. Ziyad, geri dönüş ümidini kırmak için gemileri yaktırdı. Ordusunu karşısına aldığında ağzından şu muhteşem kelimeler dökülüyordu. “Arkamızda düşman gibi deniz, önümüzde deniz gibi düşman. Nereye kaçacaksınız? Vallahi sizin için ancak sadakat ve sabır kalmıştır. Düşmanın silahı, teçhizatı ve erzağı boldur. Sizin silah olarak ancak kılıçlarınız, erzak olarak da düşmanın elinden sahip olabileceğiniz vardır.” Ordunun kalbi cihat ateşiyle harlanmıştı. Arkalarında yanan gemilerin ateşi neydi ki? İslam güneşi bu kez batıdan doğuyordu. Mücahitler hep bir ağızdan tekbir getiriyorlardı. Yerle gök arasında yeksan olmuşlardı. 
 
Berberi bir aileden gelen Tarık b. Ziyad, İslam orduları tarafından esir alındığında İspanya Fatihi olacağını hayal bile edememişti belki. Musa b. Nuseyr’in hizmetine girdikten bir süre sonra 708 yılında Tanca Valisi oldu. Miladi takvimler 711 senesini gösterirken ise İspanya kıyılarında bulmuştu kendini. Fatih olacaktı biiznillah.
 
Mücahitlerin Carteya ve Algeziras kentlerini aldığını öğrenen Vizigot Kralı Rodrigo, o esnada İspanya’nın güneyinde seferdeydi. Rodrigo derhal ordusunu toplayıp Tarık b. Ziyad ile karşılaşmak için yola çıktı. Tarık b. Ziyad, Fas’tan gelen 5000 kişilik destek kuvvetle birlikte Rodrigo’yu ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu savaş daha sonra "Guadalete Muharebesi" olarak anılacaktı. İspanya’nın büyük bir kısmı Müslümanların eline geçmişti. İslam güneşi bu kez batıdan doğmuş ve 700 sene devam edecek bir imparatorluğun ilk tohumlarını yeşertmişti. 
 
Bu tohumlar Endülüs Emevi Devleti’nin tohumlarıydı. El-Hamra Sarayı’nı inşa edecek kadar bilimde ve irfanda ilerleyerek, Kurtuba Camii Avrupa’nın göbeğine dikecek kadar da mukaddes bir çınara dönüşecekti. Gerçi hoş, Allah’ın nuruyla çimlenen, kök salan bir topluluk ne kadar kötü olabilirdi ki? O nur, Avrupa karanlık çağın zifirindeyken, Endülüs sokaklarını kandille aydınlatacak kadar ışıltılıydı. Bizler peki? Telefonun flaş ışığıyla aydınlandığımızı zannediyoruz. O insanlar dönmemek için gittiler. Tıpkı Bedir gibi, Uhud gibi, Mercidabık gibi, Çanakkale gibi… Eğer gerçekten aydınlanmak istiyorsak yüzümüzü telefonun ışığına değil, Allah’ın nuruna dönmeliyiz, ay çiçeği misali. İlim için Çin’e dahi gitmeliyiz. Aslında ne yapmamız gerektiğini hepimiz biliyoruz ama sadece biliyoruz…


Burakhan Doğan'ın Yazısı.