Dünya Mirası Kime Kalır?
Dünya taliplisini hep sükût-u hayale uğratmıştır. O kendisinden ve hatta ahiretten geçen Allah adamlarına miras kalacaktır. Miras, dünyadan mânâ ile dünyanın ötesine yürüme aşkı ve kararlılığıdır. Arzın vârisliği, orayı yönetmek ya da sahip olmanın ötesinde orayı gerçek hüviyeti ile tanıyıp, ona göre muamelede bulunanların kârıdır.”
Elindeki kitabı işaret etti:
- Hayırdır, ne okuyorsun?
Gözleri gök kadar derin Genç gülümseyerek kitabı kaldırıp gösterdi. Burhan gözlüğünün üstünden bir an dikkat kesilerek kitabın kapağındaki ifadeyi okudu:
- “Dünya Bizi Bekliyor.”
Gözlüğünü çıkarırken sordu:
- Öyle mi gerçekten, ne dersin?
- Bilmem, yazar öyle olduğunu düşünüyor.
- Düşünürsün de hakikati tam ifade ediyor mu, bilemezsin.
Genç şaşırmıştı. “Nasıl yani” diyecek oldu, Burhan kendinden emin bir şekilde devam edince sadece dinledi:
- Dünya bizi beklemiyor. Dünya kimseyi beklemez. O hak edene verilir.
Burhan ciddi bir eda ile devam etti:
- Dünya nedir ki? Bir gölgelik. Onu bize veren vermiş zaten. Asıl iş ondan geçebilmekte. Dünya, bunu yapabilenin peşinden koşar. Ama o da kolay değil tabii. Adam olmak ister, adam…
Bir an sustu. Muhatabının gözünün içine baktı. Bu nazar bir tür ayar anıydı. Bir nükte, fikir, ders ya da ibret geliyordu ama muhatap hazır mıydı? Böyle bir şey planlanabilir, kurgulanabilir ama muhatap hazır olmazsa hedefe ulaşılamazdı. İşte bu anda göz teması, okun hedefe ulaşıp ulaşmayacağını tayin, beraberliğin bereketini tasdik gibi bir şeydi.
- Çelebi ne demek bilir misin?
Genç “nereden çıktı bu soru” dercesine baktı. Burhan cevap beklemiyordu zaten:
- Allah bizi çelebilerden eylesin. Kelimenin aslı “çalâbî”dir. Çalap, malum Allah demek. Yunusumuz çokça kullanır. Çalâbî, Allah adamı manasına gelir. Kur’an’da buna karşılık gelebilecek kelime ne olabilir?
Genç bir âyet hatırlamıştı, ama emin değildi, ağzından mırıltı şeklinde tek kelime çıktı:
- Rabbani?
- Hay yaşa! Allah erleri… Nasıldı âyet?
Burhan uzandı, masasının sağ tarafındaki Kur’an’ı Kerim’i eline aldı, sayfaları çevirdikten sonra okumaya başladı:
“Nice peygamberler vardı ki, beraberinde birçok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.” (Al-i İmran, 146)
Âyetin arapçasını kısık sesle tekrarladı; bir kelime arıyor gibiydi:
- Fema vehenû… “Vehn”… Bunu hatırlıyor musun bir yerden?
Genç bildiği yerden gelen soruyu kaçırmadı:
- Sanırım bir hadiste geçiyor “vehn”. Hani Peygamberimiz ümmete karşı birleşenlerin düşmanlığından bahsetmişti, sahabeler de “az mı olacağız o gün” diye sormuşlardı. Efendimiz de çok olacağımızı ama Rabbimizin düşmanın kalbinden bize duyduğu korkuyu çekip alacağını ve bizim kalbimize işte bu kavramı, “vehn”i atacağını söylemişti. Kalbimizdeki “vehn” yüzünden düşman bizden çekinmeyecek ve korkmayacak.
- Nedir “vehn”?
- Sahabeler de bunu sormuşlar ve şu cevabı almışlar: dünya sevgisi ve ölüm korkusu.
- Evet, işte Rabbaniler Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı zaaf göstermeyen Allah adamlarıdır, çünkü dünya sevgisinden ve ölüm korkusundan uzaktırlar. Tek gayeleri Rablerinin rızasını kazanmaktır. Bunu bir sonraki ayette ifade edilen dualarından anlıyoruz. Okuyalım:
“Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti: Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!” (Al-i İmran, 147)
Burhan parmağını kaldırdı:
- Bu dünyanın sırrı nedir, bilir misin gülüm? Allah her isteyene, istediğini verir. Dünyayı isteyene dünya, ahireti isteyene ahiret… Bir de işte bu Rabbaniler gibi tek gayeleri Allah olanlar vardır. Allah onlara ne verir peki?
Genç bilmediği yerden yakalanmıştı, aslında bir cevabı vardı ama bu sefer sustu:
- Rızasını verir. Rıdvan der Kitabımız ona. Ama bu Allah erlerine Rıdvan’ın yanında verilen iki şey daha vardır.
Burhan muhatabının alâkasını artırmak istediğini ifade eden bir suskunlukla Genç’e baktı. Genç, sohbetin varacağı yere ilişkin iyiden iyiye meraklanmıştı. “Rıza verilene başka ne verilebilir ki?”
- Rıza esastır. Ondan sonra ne verilse boştur. Ama rıza için dimdik duran ve zaaf göstermeyenlere iki prim verilir ki bunlar dünya ve ahirettir. Rabbaniler kendilerine dünya, ahiret ve Rıdvan verilmiş Allah adamlarıdır. Onlar Allah’ı istemişler, Allah onlara rızası ile beraber hem dünyayı hem de ahireti vermiştir.
Miras hakkı olana düşer. Herhangi bir çaba ile elde edilmez. Dünyaya vâris olanlar aslında dünya için değil Allah için çalışanlardır. Rabbaniler gibi… Onlar Rıdvan için çalışacak, Allah onlara hem dünyayı hem de ahireti verecek. Hiç dönüp bakmaya bile tenezzül etmedikleri o dünya ellerine geliverecek. Tıpkı bir miras gibi…
Genç, zihninde bir anda uyanan “nasıl” sorusuna şaşırmadı. Şaşırdığı bunu sormazsa sohbetin yürümeyeceğine dair histi. “Hakîm ile olsaydım bunu sorma ihtiyacı hissetmezdim, çünkü sormadan cevabını alırdım, ama bunu Burhan’a sormam lazım, diğer türlü söylemez. Aralarındaki fark da tam işte bu.”
Burhan merakla bakıyordu. Genç onu fazla bekletmedi:
- Nasıl?
- Hiç sormayacaksın zannettim. Neydi okuduğun kitabın adı? Dünya Bizi Bekliyor. Aslında orada bir mesaj var. Enbiya 105’ten mülhem bir mesaj.
Elindeki Mushaf’ı tekrar açtı:
- Bak ne buyuruyor Rabbimiz: “Andolsun zikirden sonra Zebûr’da da, “Yeryüzüne sâlih kullarım vâris olacaktır” diye yazmıştık.” (Enbiya, 105)
Okuma gözlüğünü çıkarırken gözünü Genç’e dikti:
- Dünya kimi bekler? Sâlihleri. Sâlihler kim? İşte bu Allah adamları…
Genç o an elindeki kitabın yazarının “Dünya Sâlihleri Bekliyor” diye bir konferans verdiğini hatırladı. Konferansın girişinde kitabındaki “biz” ifadesinin sâlihleri ifade etmesi gerektiğini söylemişti. Sâlih olmak sulhun teminatı olmaktı aslında. Yeryüzünde bozgun çıkaranların karşısında barışı tesis etmek ancak sâlih olanların kârıydı. İfsat karşısında barışın savunucusu olmak en az müfsitler kadar atak, cesur ve savaşa hazır olmayı gerektirirdi. Sâlihlerin arza vâris olacağını da Kur’an haber veriyordu ama hala sorusuna tatmin edici bir cevap aldığını düşünmüyordu.
Sessizliği Burhan’ın sorusu böldü:
- Sana miras kalan bir şey için çalışman söz konusu olur mu?
Genç o anda “ölüm hak, miras helal” sözünü hatırladı. Öyle ya, miras alınan şey, çalışılıp kazanılan bir şey değildi. Mirasyedi lafı da boşuna söylenmemişti herhalde. İnsanın alın teri ile kazandığı ile uğraş vermeden kazandığı arasındaki fark onu nasıl kullandığında ortaya çıkardı.
- Miras hakkı olana düşer. Herhangi bir çaba ile elde edilmez. Dünyaya vâris olanlar aslında dünya için değil Allah için çalışanlardır. Rabbaniler gibi… Onlar Rıdvan için çalışacak, Allah onlara hem dünyayı hem de ahireti verecek. Hiç dönüp bakmaya bile tenezzül etmedikleri o dünya ellerine geliverecek. Tıpkı bir miras gibi…
Burhan yine gözlüğünün üstünden bakıyordu. Bu bakışı artık çözmüştü. “Anladın mı” sorusundan daha fazlasıydı bu. Belki “anlamalısın, çünkü ben zaten düşündüm, bütün taşları yerine oturttum, kurguyu gör...” bakışıydı. Genç, böyle bir anda tepki vermemesi gerektiğini de öğrenmişti. Burhan’ın en nefret ettiği şeylerden bir tanesi açık takdir ve iltifat sözleriydi. Bir ara ondan şunu işitmişti: “Kaçak bir nazar ile ödenecek teşekkür kadar güzeli yoktur.” Bunu kaçak bir nazarla söyleyişi de dikkatinden kaçmamıştı.
Akşam defterine şu notu düştü:
“Vârislik arza sahip olmak ya da orayı yönetmekten öte bir şey olsa gerek. Arz, arzdan mânâyı anlayanlara verilir. Orası bir geçiş menzilidir, geçilip gidilen yere kalıcılık muamelesi zulümdür. Bunu yapanlar bir serabın peşinden koşturup giden akılsızlardır. Dünya taliplisini hep sükût-u hayale uğratmıştır. O kendisinden ve hatta ahiretten geçen Allah adamlarına miras kalacaktır. Miras, dünyadan mânâ ile dünyanın ötesine yürüme aşkı ve kararlılığıdır. Arzın vârisliği, orayı yönetmek ya da sahip olmanın ötesinde orayı gerçek hüviyeti ile tanıyıp, ona göre muamelede bulunanların kârıdır.”
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.