Bir Can Kurtarmak
Bir insana yapılabilecek hayır çeşitleri sınırsızdır. Fakat bunlar arasında öyleleri vardır ki, hayat kurtarıcıdır. Birilerinin hayatla barışmasına vesile olmak, kendi ayakları üstünde durmasına yardımcı olmak, huzurlu bir yuva kurmasına aracılık etmek, sâlih ve sadık bir çevreyle buluşturmak, hayatını istikâmet üzere sürdürmesine katkı sağlayacak bilgi ve ilgiye delalet etmek gibi hayırlar hayat kurtaran ulvî hayırlardır. En büyük hayır ise elbette onun ebedî hayatının kurtuluşuna vesile olabilmektir.
“Bir Yahudi çocuğu zaman zaman Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimize hizmet ederdi. Çocukcağız bir gün hastalandı. Efendimiz kalkıp onu ziyarete gitti. Başucuna oturdu ve:
“Müslüman ol, yavrum!” dedi.
Çocuk yanında duran babasının gözlerine baktı. Babası:
“Muhammed’in arzusunu yerine getir”, deyince çocuk Müslüman oldu.
Gönlü herkese karşı şefkatle dolu olan Efendimiz:
“Onu ateşten kurtaran Allah’a hamd olsun” diyerek oradan ayrıldı.” (Buhârî, “Cenâiz”, 80)
Başkalarının hayatına şefkat, merhamet ve hürmetle dokunabilen ruhlar, büyük ruhlardır. Kendi menfaatine kilitlenmeden, herkesin kazanmasına vesile olmak adına sözünü, imkânını ve yüreğini ortaya koyabilmek, hiç şüphesiz büyük bir şahsiyet kalitesidir. Bulduğu hakikati kendisine saklamadan, cömertçe infak edebilenler azdır. Cimrilik, sadece malda olmaz. Bu öyle bir iç hastalığıdır ki, zamanla insanın tüm hücrelerine sirayet eder. Bu derde müptela olanlardan, etrafına karşı güzel bir kelime, güler bir yüz, kurtarıcı bir hamle, maddi olsun manevi olsun geliştiren bir katkı, hayra ve Hakk’a rehberlik etme gibi hayırlar zuhur etmez. Böylesi güzellikler, ancak arınmış ve deryalaşmış gönüllerden çıkar.
Bir insana yapılabilecek hayır çeşitleri sınırsızdır. Fakat bunlar arasında öyleleri vardır ki, hayat kurtarıcıdır. Birilerinin hayatla barışmasına vesile olmak, kendi ayakları üstünde durmasına yardımcı olmak, huzurlu bir yuva kurmasına aracılık etmek, sâlih ve sadık bir çevreyle buluşturmak, hayatını istikâmet üzere sürdürmesine katkı sağlayacak bilgi ve ilgiye delalet etmek gibi hayırlar hayat kurtaran ulvî hayırlardır. En büyük hayır ise elbette onun ebedî hayatının kurtuluşuna vesile olabilmektir.
Sehl İbn Sa’d es–Sâidî radiyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Hayber Gazvesi gününde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Yarın sancağı, Allah’ın kendisinin eliyle fethi nasib edeceği, Allah’ı ve Resûlü’nü seven, Allah’ın ve Resûlü’nün de kendisini sevdiği bir kişiye vereceğim.”
Gazveye iştirak edenler, sancağın aralarından kime verileceğini düşünüp konuşarak geceyi geçirdiler. Sabah olunca, sancağın kendisine verileceği ümidi ile bütün sahâbîler Resûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-’ in huzuruna koştular. Peygamber Efendimiz:
“Ali İbni Ebû Tâlib nerede?” diye sordu. Sahâbîler: “
Ey Allah’ın Resûlü! O gözlerinden rahatsız” dediler.
Bunun üzerine Peygamberimiz:
“Ona haber verecek birini gönderiniz” buyurdular. Ali derhal getirildi. Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- kendisine dua etti. O kadar ki, hiç ağrısı yokmuş gibi oldu. Sancağı ona verdi. Bunun üzerine Hazreti Ali:
“Ya Resûlallah! Onlar da bizim gibi mü’min oluncaya kadar mı savaşacağım?” dedi. Resûl-i Ekrem:
“Acele etmeden, gayet sakin bir şekilde onların yanına var, kendilerini İslâm’a davet et, uymaları gereken ilâhî yükümlülükleri kendilerine haber ver. Allah’a yemin ederim ki, senin vasıtanla Allah’ın bir tek kişiye hidâyet vermesi, senin için kırmızı develere sahip olmaktan daha hayırlıdır” buyurdu. (Buhârî, Fezâilü’s-sahâbe 9; Müslim, Fezâliü’s-sahâbe 34)
Yıllardır aynı apartmanı paylaştığımız komşumuza, aynı okulda/fakültede üç-beş yılımızı geçirdiğimiz arkadaşımıza, aynı ortamda iş yaptığımız nice dostlarımıza çoğu zaman hayatî dokunuşlarda bulunmayı ihmâl ederiz. Onu bir derse ya da sohbete davet etmeyi düşünemeyiz. Belki böylesi davetlere o kendiliğinden talip olsun isteriz. İhtiyaç hissetse kendisi bunu ifade eder, diye değerlendiririz. Halbuki insanların fıtratları farklı farklıdır. Belki o da şöyle düşünüyordur: Bu arkadaşımızın hâli güzel, ilmi güzel, güzel de bir çevresi var; bizi neden davet etmez ki?
Yüce Rabbimiz Resûlüne hitaben buyurur ki:
“Sen hatırlatmaya devam et. Zira hatırlatmak müminlere fayda verir.” (Zâriyât Sûresi, 55)
Kimi zaman da şöyle düşündüğümüz olur: Onların farklı bir dünyası var. Zaten bizi de dinlemezler. Hatta belki de alay ederler. Ezanlar okunup dururken, bu kadar hakikati öğrenme imkânı varken, kendisinde bir ilgi uyanmıyorsa benim telkinimden ne olacak ki? Bu ve benzeri düşünceler, nefsânî ve şeytânî vesveselerin bir sonucudur. Böylesi vesveselerle kendilerini avutan kimselere âyet-i kerimede şöyle işaret edilir:
“İçlerinden bir topluluk, “Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir azapla cezalandıracağı kimselere ne diye öğüt veriyorsunuz!” deyince onlar, “Rabbiniz katında bir mazeretimiz olsun diye; bir de sakınıp çekinirler ümidiyle” şeklinde cevap verdiler.” (A’râf Sûresi, 164)
Kula düşen vesilelere sarılmak ve Hakk’ın razı olacağını düşündüğü amellere teşebbüs etmektir. Sonucu yaratacak olan elbette Allah’tır. Bu anlamda hidâyetlere vesile olmak adına yapılan her çeşit hizmet ve gayretin, kişinin hem kendisi ve hem de muhatap adına büyük bir kazanç kapısı olduğu bilinci yüreğimizde daimî bir şuur halinde yaşamalıdır. Kim bilir belki de bir canın cehennemden kurtuluşuna vesile olmak gibi değeri hiçbir şeyle ölçülemeyecek yüce bir hayrın mazharı kılınmışızdır.
Adem Ergül 'ın Yazısı.