Asım`ın Rabbi
İyileşir iyileşmez ilk işim Asım’a gitmek oldu. Bana “abi geçmiş olsun!” dedi. Adın ne senin dedim, “Asım” dedi gülümseyerek. “Asım, beni affet” dedim, şöyle sımsıkı kucakladım. Başını okşadım, “Abi iyi misin?” dedi. “Çok iyiyim Asım, çok. Biliyor musun çok korktum seni bulamazsam diye” dedim. Şaşkın şaşkın izledi beni. Sonra eski günlerin acısını çıkartırcasına bahşişi sıkıştırıverdim cebine. O güldü, ben güldüm. Bir daha sarıldım Asım’a…
Geçen sabah aynada yüzümün birkaç yerinde her defasında gözüme çarpan iki küçük ize baktım uzun uzun. Sonra eski günler geldi yine aklıma, daldım hayallere.
Herkesin bir hayali vardır geleceğine dair. Benim de iş anlamında en büyük hayalim üniversitede hoca olabilmekti. Zira küçükken çok paket taşıdım lokantada. Her paket götürüşümde bana az da olsa bahşiş veren genç bir hoca vardı; ne kadar da severdim çocuk yüreğimle o hocayı. Adını hatırlayamıyorum ama her defasında “nasılsın kara oğlan?” diye sorar, kısacık kesilmiş saçlarımı okşar ve birkaç bozuk parayı uzatırdı kocaman elleri ile. Çok sevinir ama hemen alamazdım verdiği bahşişi. Anlayacak olurdu her defasında ve bedence biraz büyük olan önlüğümün cebine bırakıverirdi. İşte o adını bilmediğim hoca, benim gelecek hayallerimin mimarı oldu belki de. Ben de bu uğurda elimden gelen tüm çabayı göstermeye gayret ettim, dua ettim hoca olabilmek için. Hoca olup, ben de küçük kara bir oğlana bolca bahşiş verip, başını okşayacaktım.
Birçok başarısız girişimim oldu aslında hoca olabilmek adına. Kimi kaşımı beğenmedi, kimi gözümü, kimisi ise sözümü. Ancak nasip bu ya, okuduğum üniversite yıllar sonra ilk kez ilana çıkmış, bir umut deyip başvurmuştum. Hiç aklıma gelmezdi aslında orada çalışabileceğim. Neyse uzatmayayım; Rabbim nasip etti ve ben kendimi okuduğum üniversitenin koridorlarında hoca olarak buldum.
Öyle bir aşkla çalışıyorum ki size anlatamam. Çalıştığı işten dolayı mutlu olan kişi sayısı azdır tahminimce; işte ben o bahtiyar kimselerdendim. Şimdi üniversitede işleyişi bilenlere garip gelecek ama ek ders sınırlarını aştığımdan bazı derslere ücretsiz giriyorum; sabah okulu açıp, gece ben kapatıyorum tabiri caizse. Öyle bir aşkla anlatıyorum ki dersleri; bazen saatin nasıl geçtiğini unutup, uyarılar eşliğinde; “az kaldı şunu da ekleyip bitiriyorum!” dediğim çok olmuştur. Yaşım oldukça genç o dönem, hoş şimdi de geçkin sayılmaz ama neyse. Öğrencilerimle ilişkilerim de gayet iyi ama “ahh bir de dersleri bu kadar uzatmasa, sanki atom mühendisi yetiştiriyor!” diyenler arasında ben yine de mutluyum. Öyle ki bir sınav sonucu için beş sayfa cevap kâğıdı hazırlayan, her birisini tek tek, kelime kelime okuyacak, her bir işlemin gidiş yoluna kadar puan verecek kadar da titizim. Sahi söylemedim değil mi, ders ekonomi arkadaşlar.
Tamam, farkındayım yine giremedim mevzuya. O hâlde toparlayayım, işte hikâyemiz şöyle başlıyor:
Öyle kaptırmışım ki kendimi işime, etrafımı gözüm görmüyor. Bazı günler bana umutla simit getiren ve gözümün içine bakan küçük çocuğu bile fark etmiyorum. Sahi o da kara, kuru bir çocuktu… Bir de yüzü, yüzünde garip izler vardı. Belki bir hastalık geçirmişti, bilemiyorum ve hiç soramadım. Hatta ilk gördüğümde biraz çekinmiştim. Belki bu sebeple ailesinin geçimine katkı için simit satan aynı zamanda okumaya çalışan bu çocuğun gözlerinin içine hiç bakmamıştım. Ve belki de yine bu sebeple onun bana nasıl umutla baktığını hiç görmemiştim.
İşte yine böyle bir günün sonunda geceyi etmiş, yine adının Asım olduğunu çok sonra öğrendiğim o küçük çocuğa bahşiş vermemiş ve başını okşayamamış bir şekilde eve dönmüştüm. Sabah uyandığımda bir halsizlik, yorgunluk ve ateş ile uyandım. Elimi yüzümü yıkadım ama yüzümde birkaç tane küçük kızarıklık. Çok önemsemedim önce, yoruldum dedim, geçtim. Ancak öğleye doğru yüzümdeki benekler artmaya, ateşim yükselmeye başladı. Aslında çocukluğumdan beri o kadar çok doktor gördüm ki, belki bu sebeple doktorlarla pek aram yok, genelde kendi kendimi tedavi etmeye çalışan bir akıllanmazımdır. Ancak durum bu sefer ciddi gibiydi, zira git gide kendimi kaybetmeye başladım. Mecburen en yakın hastaneye gittim. Doktora bir akademisyen edasıyla “sanırım alerji falan” gibi cümleler kurarak psikolojimi rahatlatmaya çalışıyordum. Ancak doktor benden daha rahattı. “Muhtemelen” diye cevap verdi ve eve gönderdi. Evde dinlenmeye başladım ama gece yüzümdeki kırmızı noktalar artmaya, elime ve koluma da sıçramaya başladı. Kızamık olabilir miydi?
Kendimi acilde buldum. Tahliller, sonuçlar. Garip bir şekilde genç doktorlar başıma toplanmış, hocalarını çağırıyor, anlamsız bakışlar arasında beni inceliyorlardı. Nihayet yaşlı bir doktor: “Şu an suçiçeği geçiriyorsun. Bu yaşta çok nadiren görülen bir şeydir ancak tehlikelidir. Yarın servise almalıyız seni” dedi. Ertesi gün kontroller ve vücudumun her yanını saran kabarcıklar. Hastaneye kendi isteğimle yatmak istemedim. Ancak “beynimde, gözümde de çıkabileceğini” hatta “Aşık Veysel’in bu sebeple kör olduğunu” anlattı bana doktor ama nafile...
Vücudumda parmak büyüklüğünde bir boşluk kalmamıştı. Hele yüzüm. Ben bile bakamıyorum artık yüzüme, tanınmayacak bir haldeyim.
Her gece ateş ve o dayanılmaz kaşıntı. Eşim, Allah ondan razı olsun tam üç ay doğru düzgün uyumadı, bana baktı. Her bir kabarcık, tek tek büyüdü, sonra kabuk bağladı. Hayatla tüm bağım kesilmişti. Ne insan içine çıkabiliyorum, ne bir gelenim var.
Ara ara kontrole gitmem gerek ama nasıl çıkacağım sokağa. Eşimin zorlaması ile gidiyorum her seferinde; yüzümü kapatıyorum ama beni gören kaçıyor. Doktoru beklerken oturduğum koltuklar bir anda boşalıyor, insanlar çocuklarını “gel çabuk buraya!” diyerek yakınımdan uzaklaştırıyor. Belki yıllar sonra çocuklarını bana emanet edeceğinden habersiz bir şekilde.
Ve tam üç ay sonra kabuklar düşmüş, ancak her tarafım izlerle dolu. Neden bilmiyorum ama ateş içinde olduğum her gün Asım gelirdi aklıma. Bir iyileşirsem, Asım’a koşup sarılacaktım ve bolca bahşiş verecektim. Sanki Asım’ın üç numara ve sertleşmiş saçlarını okşamadığım, yüzünden dolayı uzak durduğum ve bir defa dahi sarılıp, kırık kalbine merhem olamadığım içindi tüm bunlar. Saçma geldi değil mi şimdi size. Ben hâlâ öyle olduğuna inanıyorum.
İyileşir iyileşmez ilk işim Asım’a gitmek oldu. Bana “abi geçmiş olsun!” dedi. Adın ne senin dedim, “Asım” dedi gülümseyerek. “Asım, beni affet” dedim, şöyle sımsıkı kucakladım. Başını okşadım, “Abi iyi misin?” dedi. “Çok iyiyim Asım, çok. Biliyor musun çok korktum seni bulamazsam diye” dedim. Şaşkın şaşkın izledi beni. Sonra eski günlerin acısını çıkartırcasına bahşişi sıkıştırıverdim cebine. O güldü, ben güldüm. Bir daha sarıldım Asım’a…
“Asım, büyüyünce üniversitede hoca ol, olur mu?” dedim. Koca Asım “kısmet” dedi olur dercesine, başını salladı. Orada çalıştığım dönem, hemen hemen her gün Asım’a uğradım. Beni affet dercesine gözlerinin içine baktım hep. Bu sefer o kaçırırdı gözlerini benden. Sonra mı?.. Sonra taşındı Asım ve bir daha görüşemedik. Ama hep dualarımda.
Ve aradan yıllar geçti, tek tük izler kaldı şimdi bana o günlerden hatıra. Şimdi her aynaya baktığımda yüzümde o günlerden kalan izlere bakıp; “Asım” diye mırıldanırım ve hâlâ her gördüğüm çocuğa bahşiş vermek için yarışırım.
Kim bilir, belki Asım’ın Rabbi beni de affeder…
Emre Topoğlu'ın Yazısı.