Adana’dan İstanbul’daki yatılı kız ve erkek Kur’an kurslarına öğrenci kayıt, kabul ve ulaşım organizasyonu ile meşgul olduğum zamanlardı...

Günün birinde, odama, orta yaşın az üzerinde bir hanım abla girdi. Pür edep ile “İki oğlum, yeğenim, bir de komşunun kızı için geldim” dedi. Buyur ettim, oturdu. Ön kayıt evraklarını doldurduktan sonra bin bir çekingenlik içerisinde, kendi maddi durumunun çok zayıf olduğunu belirterek, olabilecek en yüksek seviyede ekonomik kolaylık talebinde bulundu.

Elimizden geldiğince yardımcı olduk. O vakitten sonra, farklı hizmet ve çalışmalarımızdan, etrafındaki insanları faydalandırmak için ara ara ziyaretimize geldi. Sonraki yaz da çocuklarını bize emanet etti. Yine oldukça sıkıntıdaydı.

Ortak tanıdıklarımız ortaya çıktıkça, hakkında git gide genişleyen bir malumatım oluyordu.

Ablamız ilmen de kendisini yetiştirmiş ve sürekli çevresindeki hanımlara dersler veriyor, tebliğ çalışmaları yapıyor, sohbet programları tertip ediyordu.

Günün birinde, bir cesaretle, “Abla, abimiz ilgilense ya çocuklarla, istersen ben bir tanışayım O’nunla, uzak yerden sıcakta git-gel, git-gel hayli yoruluyorsunuz” dedim.

“O ilgilenmeye müsait değil” dedi. Oysa öğrenmiştim ki beyi hayatta, işinde-gücünde, dindar da bir kişiydi; aralarında ayrılık emaresi de yoktu.

Bir gelişinde, kıyıdan-köşeden de olsa, kendince derdini açma ihtiyacı hissetti. Hem kendisinden hem de yakın çevresinden öğrendim ki bu abla çok enteresan şeyler yaşamıştı...

Kendi İslami dersler de verdiği bir sohbet grubunda, 30’lu yaşlarda, kanser hastası ve eşi tarafından bu hastalığı ile baş başa bırakılarak terk edilen, sefalet içerisinde bir hanımefendi varmış. O’nunla hayli ilgilenmeye çalışıyormuş.

Günün birinde eşine “Şu hanımı nikahına alsan da, yazık, çok perişan, ben O’na bizim evimizde baksam” demiş, eşi de kabul etmiş.

Belli bir zaman kadıncağız ile meşgul olmuş; biiznillah kadın iyileşmiş. İyileşince, genç ve daha bakımlı olan bu hanım, onu nikâhına alan bey tarafından başka bir eve çıkarılmış. Dört çocuğu ile beraber köhne bir eve terk edilen bu abla için çok zor zamanlar başlamış. Aç-susuz kalmışlar. Eş-dost, konu komşu destek olmaya çalıştıysa da olmamış. En son, yaşlı babası, dağda-bayırdaki meşguliyetlerle mevsimlik hasadı ve onun geçimiyle sürdürmeye çalıştığı hayatına kızını da ortak etmiş. Çocuklarını yanında taşıyıp, onca yaşından sonra bedeniyle çalışıp, babasının ortamında rızık aramaya çalışmış.

Kocası, seyrekçe, ara ara bunları arayıp soruyor, dişlerinin kovuğunu doldurmayacak bir şeyler bırakıp gidiyormuş.

Bu ara diğer hanımdan adamın iki çocuğu daha olmuş. Bu çocuklar doğduktan birkaç sene sonra, kanser yeniden nüksetmiş ve bu sefer kadın kurtulamayarak vefat etmiş. Adamın, geride sefil bıraktığı ailesine yüzü de kalmamış.

O güne kadar olan-biteni ancak Allah’ın bir kaderi, takdiri olarak gören ablamız, bu sefer annesiz kalan o yavrucakları sahiplenmiş. Senelerce, o çocuklara da kendi evlâtları gibi bakmış. Daha yakın zamandaki son görüşmemizde, “Artık evlerine haftada bir gidiyorum, Cuma’ları... Delikanlı oldular, büyüdüler, hem okuyor hem çalışıyorlar. 3-4 gün yiyecekleri kadar yemek yapıyor, çamaşırlarını yıkayıp ütülüyor, evlerinin haftalık temizliğini yapıp dönüyorum” demişti..

Ve hep dua ettiğini biliyorum, yıllarca canını yakan, ruhunu acıtan hayat arkadaşına (!).


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.