Kehribar renkli kum taşından yapılmış konakların, tapınakların, saray ve kalelerin şehri Jaisalmer’e giderken yolda Pokharan Kalesi’ni geziyorum. Kalenin yanındaki beş yıldızlı otelde kahve içip kısa bir mola veriyoruz vermesine ama mutfak penceresinden aşağı atlayan iki fare sağa sola kaçışmamıza sebep oluyor. Temizlikçinin süpürgesi farenin kafasına indiğinde attığı çığlıkla diğeri bir anda ortadan kayboluyor. Kutsal farelere duyulan hürmetin zerresini bile hissetmiyorlar mutfak sınırlarını aştıklarında...

Biliyorum bir gün merakım beni üzecek.

Çocukluğumdan beri içimde yaşayan küçük kız, Karni Mata Tapınağı’na girmemek için yalvarsa da herkesten önce gümüş kapıyı geçmiştim. Sıkı sıkı bağladım paçalarımı ve küçük adımlarla ilerledim. Sağa sola koşturan minik yaratıklar ayaklarıma çarptıklarında zıplamamak için kap katı kesiliyordum. Çığlık atıp ibadet edenleri huzursuz etmek, kuytu köşelere yiyecek bırakırken dua fısıldayanları, çirkin şeylerin başlarını öpüp önlerinde secdeye varıp bu kutsal yaratıklardan medet umanları rencide etmek istemiyordum. Kimine göre bir zamanlar asker kimine göre ise marangoz olan bu hayvanlar ziyaretçilerin atası, umudu, belki de dervişiydi. Süt dolu alüminyum siniye onlarca fare başını sokmuş yalanırken bu sütün şifa niyetine dağıtılması aklımın alabileceği bir şey değildi. Tapınağın içlerine kadar yürüdüm. Yerdeki beyaz farenin önünde eğilen adamın sırtında, ayaklarının arasında onlarca kara fare vardı. Sonunda Karnata’nın oğlunu bulmuş ona avuç dolusu yiyecek bırakmıştı. Yüzünde zafer ve huzur karışımı bir ifadeyle yıllardır biriktirdiği duaları mırıldanıyordu. Beyaz fareyi ben de görmüştüm; artık dışarı çıkıp yirmi bin farenin yaşadığı bu mahalleden koşa koşa kaçabilirdim. Fare krallığından herhangi bir ıslaklığa değmemek için parmak uçlarıma basarak ayrılırken cezam gökten geldi. Kolumdan süzülen yeşil yapışkan sıvı akşam çökerken evine dönen kuşların hediyesiydi. Ve bunu asla kabul etmeyen kız çocuğu, her tapınağa burnumu sokarsa Allah’ın tokadını yiyeceğimi cırlayarak haykırıyordu.

Kuzenim oyuncak ve kuruyemiş tezgahlarında cirit atan fareleri gördüğünde kutsal ineğe yanaşmış ama onun kuyruğuna tırmanan yaratığı fark edince eteklerini toplayıp koşarak kendini arabaya atıp, kapıları kilitlemişti. İşte o anda tapınağa girmek istemeyen yanım somurturken, neler gördüğümü ballandıra ballandıra anlatıyordum.

Zıtlıklar ülkesinde yürüyorum. İnce işlemeli saray kapısının önünde çirkin bir inek bana gülümsüyor. Ağzından akan salyalar çatlak toprağa uzaya uzaya damlarken bir kuş gagalıyor kulağını. Caynist Tapınağı’nda yakılan tütsüler, yağlar duman duman. Çana yedi kez vuruyor yaşlı bir el. Beş çocuk bir motosikletin arkasına binmiş maymun gibi birbirlerine sarılmışlar; okul çantaları sağdan soldan sallanıyor. Sabahları seviyorum... Masala çayının baharatlı kokusu etrafı sararken uyanıyor Bikaner. Faytona binip şehri geze geze Junagarh Kalesi’ne gidiyorum. Hintliler fotoğraf çektirmeyi seviyor. Küçük kızlar poz verirken yaşlı bir adam pala bıyıklarını bükerek etrafımda dolanıyor. Fotoğraf makinasını ona çevirdiğimde çocuklardan daha mutlu gülümsüyor.

Kehribar renkli kum taşından yapılmış, konakların, tapınakların, saray ve kalelerin şehri Jaisalmer’e giderken yolda Pokharan Kalesi’ni geziyorum. Kalenin yanındaki beş yıldızlı otelde kahve içip kısa bir mola veriyoruz vermesine ama mutfak penceresinden aşağı atlayan iki fare sağa sola kaçışmamıza sebep oluyor. Temizlikçinin süpürgesi farenin kafasına indiğinde attığı çığlıkla diğeri bir anda ortadan kayboluyor. Kutsal farelere duyulan hürmetin zerresini bile hissetmiyorlar mutfak sınırlarını aştıklarında...

Güneş kum tepelerinin üstünde yükselen Jaisalmer Kalesi’ne değdiğinde altına dönüşüyor duvarları. Durga ve Krişna’ya ait kalenin dev kapılarına filleri engellemek için kocaman çiviler çakılmış. Düşmanın tuzlanıp torbalara konarak kuyulara atılma hikayesi yüz yıllardır dinleyenlerin tüylerini diken diken ediyor. Tüccarlar mallarının yüzde kırkını mihraceye verirse sağ geçebiliyorlar bu topraklardan. Sol tarafta et yiyenlerin mahallesi, sağda vejetaryenler, dar sokaklardan döne döne çıkıyorum. Düşman girmesin diye yapılan yollar beni de zorluyor. Rüzgâr kum tepelerinin üstünde yasemin kokulu bir nefes gibi peşimden dolanıyor.

Göl kenarında racanın gözdeleri için ayrılmış bahçeler, çardaklar ve kayıkhane, bu ihtişamın hemen yanında ise kirli sulara inen merdivenlere sıralanmış kadınlar köpürte köpürte çamaşır ve çocuk yıkıyor. Kocaman sazan balıkları açlıktan suya ne düşse kalın dudaklarıyla bir yokluyorlar.

Uzakta kum tepelerinin arkasında anıt mezarlardan oluşan hayalet kasaba, Bada Bagh saklanmış. Asillerin yakıldığı kum taşı terasların üstüne ince işlemeli çardaklar dikilmiş. Külleri Ganj’a dökülse de hatıraları, heykelleri, ayak izleri, anıt taşları ölüler şehrinde kalmış. Çocuk mezarlarında toprak çanaklar. Ayın çıkmadığı gecelerde annelerin süt doldurduğu bu çanaklar kül olan bedenlerin sahiplerini bekliyor.


Hande Berra'ın Yazısı.