Yazı türleriyle ilgili kalıplar ve dille ilgili kurallar var. Bu kurallar, bir yerden sonra insanı kısıtlıyor, özgür ve özgün olmasını engelliyor. Bu kalıp ve kuralları gözeterek özgün bir dil, tarz ve üslup geliştirmek mümkün mü? Yoksa bütün kural ve kalıpları aşmalı mıyız?

Öğrencilik yıllarımda mühendislik okuyan arkadaşlarla beraber kalmıştım. Onlar sayesinde, bir yandan sosyal bilimler öğrenimi ile meşgulken, aslında hayatın bütün aşamalarında bize yardımcı olan ve yol gösteren iki şey öğrendim.

Bunlardan birincisi, bu alanı üretim mühendisliği-kontrol mühendisliği diye iki başlık altında özetlemenin mümkün olmasıydı. Bu bilgi bana yazı hayatında, yazdığı yazıya dönüp yeniden bakmak, üzerinde yeniden çalışmak, bildiğini sandığı şeyleri dahi bir daha kontrol ve teyid etmek gibi bir alışkanlık kazandırdı.

İkincisi, en temel meselenin statik-dinamik dengesini sağlamak olduğuydu. Sabiteler olmayınca bir şey inşa etmek mümkün olmuyor, esneklik olmayınca da inşa edilen şeyi korumak, sürdürmek ve geliştirmek mümkün olmuyordu. Meselâ köprüler; sabit ayaklar üzerine inşa ediliyorlar, ama hesaplanmış bir esneklikle. Sabit ayakları olmasa köprü olmaz; esnekliği ayarlanmış olmasa ağır yük, deprem, fırtına gibi etkilere köprü dayanamaz.

Öğrendiğim bu ikinci hususun da hayatın içinde, özellikle de yazı hayatında faydasını gördüm. Zira bu husus, her şeyin bir denge üzerinde yürüdüğünü, ilerlediğini, varlığını sürdürdüğünü gösteriyor. Sabitemiz yoksa kök salmamız mümkün değil, esnekliğimiz yoksa şartlara uyum sağlamamız ve gelişmemiz…

Bu statik-dinamik dengesi olgusu, bir bakıma o da bir ‘inşa’ çabası olduğu için yazı hayatı içinde kurallar ve kalıplarla ilişkimizin ne düzeyde ve nasıl bir dengede olması gerektiğini de bize öğretiyor.

Meselâ, imlâ kuralları diye bir gerçek var. Ama öte tarafta, dil yahut lisan dediğimiz şey tıpkı insanlar ve toplumlar gibi canlı; sürekli değişiyor ve gelişiyor, eklenenler ve eksilenler oluyor. İmlâ kuralları olmadan, düzgün, herkesçe anlaşılır yazılar yazmak mümkün değil; imlâda katı bir kuralcılık ile de, hayattaki değişime kendini uyarlamak, yeni nesillere de ulaşabilir bir kıvam tutturmak zor.

Aynı şekilde, hikâyenin de, şiirin de, romanın da, diğer edebî türlerin de belli kalıpları var. İçlerinde kalem sahibini en özgür bırakanı deneme ve serbest şiir olmakla birlikte, onların dahi belli tarzları, kalıpları, biçimleri var. Bu kalıplar, bir açıdan insanın yolunu bulmasını; dünyasına doğmuş düşünce ve duyguları belli bir kalıp içinde herkesçe okunur bir kıvama kavuşturmasını sağlıyor. Öte taraftan, ‘kabına sığmadığı’ durumlar da oluyor yazar için; dahası bu durumlar hem onun kendi özgün dilini ve üslubunu bulmasını, hem de genel olarak dilin, edebiyatın, düşüncenin gelişmesini sağlıyor. Çok kuralcı olunduğunda bu gelişime katkıda bulunmak mümkün değil; kalıpları hiç tanımadığında ise duygu ve düşüncesine başkalarına da aktarılabilir bir yol, tarz, mecra bulmanın imkânı neredeyse yok…

Dolayısıyla, hayatın bütün alanları gibi, yazı hayatı da bir sabit-değişken, kurallar-istisnalar, düzen-özgürlük dengesi içinde yürümeyi gerektiriyor. Bu denklemlerin sabit-kurallar-düzen tarafına kilitlenip kalmakla da iyi bir yazar olmak mümkün değil; değişken-istisnalar-özgürlük tarafına odaklanıp kalmakla da…

Sözün kısası, yazmak da, son tahlilde bir denge meselesi… Mesele, o taraf veya bu tarafta yahut azda veya çokta değil, kıvamı tutturmakta düğümleniyor.


Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.