Mışıldak
enç, sadece toplumun organizmasına katılan ‘taze’ ya da ‘deli’ kandan ibaret bir varlık olarak görülmemelidir. O, toplum bünyesinin beyni olmasa da kalbi durumundadır. Çünkü beyin kefenlense bile kalp çalışır. Tıpkı insan fizyolojisindeki gibi; akıl rehberlerini kaybetmiş ve yıllarca ‘yemyeşil’ yaşayan halkların, kalbi teklemediği müddetçe bitkisel hayattan tahliye olabildiği görülmektedir.
Bizim ülkemizin aydınları da; kalp olmamızı, sigorta görevi görmemizi, beyinle işbirliği halinde olmamızı bekliyorlar biz yetişkin gençlerden… Üniversal düşünmemizi arzuluyorlar… Fakat bu beklentilerinin haklı olması için, bizim hayatı ilk okumalarımız nasıl oldu, bunu bilmeleri gerekir. Çünkü büyüklerimizin, bizim çocukluk eğitim yaşantımızı göz önüne almadan tespit yapmaları, teşhisten öteye geçemez ve tedavi sunamaz.
Örneğin, ilkokula başladığımızdan beri, içtimai olaylara karşı ‘bakar’ konumda olmak için, koşullu pekişmişiz sanki. Toplumsal konularda konuşmamız tehlikeli görüldü her zaman. Adımızdan çok “sus!”u duyduk. Başımızı koyup ders boyu uyumamıza pek bir şey denmedi ama 7/24 mışıldayan öğrencilerden farklı görüşler ortaya serdiğimizde, sergimizi apar topar kaldırıp yaylanmak zorunda kaldık olay mahallinden… Yalnızca bir baltada ‘sap’ olmamız istendi bizden...
Ve öğrenciliğimizi, sayılar kadar doğal yaşayamadık çoğunlukla… Şöyle gönlümüz çektiği şekilde... Aklımızdan taşanları ağzımızdan sunamadık… Sınav kâğıdını görmek istediğinde “puanlamada hata yoksa aldığın puanı da kırarım” yanıtını alan bir öğrenci, e tabii ki hayatı boyunca hiçbir şeye itiraz edemeyecektir. Hep yutkunduk, yuttuk… Ama hayır, asıl yuttuğumuz görüntüsünü yuttu onlar! Az sayıda da olsa, yemlikten başını kaldıran oldu. Fikir edinen, işleyişin sahiplenmediği kitapları okuyan, ‘yutan’ kişiler oldu…
Bir bakıma, son yıllardaki öğretim müfredatındaki yararlı değişimleri görmezden gelemeyiz… Ancak benzer değişimler, gelişim hasadı vermeli ve eğitim alanına da yayılmalıdır. Çocukluktan itibaren hangi sosyal gelişim evrelerinden geçtiğini bilmeden, günümüz üniversitelisinin gaflet nedenini bulamayız.
Günümüzün idealsiz, düşüncesiz, devamlı ‘yatay’ halde olan yetişkin gençliğin psikodinamiğini, küçüklükten itibaren ele almaya çalışıyorum. Bu anlamda görebildiğim çocuk cinayetlerini, size de göstermeye çabalıyorum…
Okul, ev ve internet kafe… Yalnızca üç tane çocuk kesim yeriyle iktifa edelim şimdilik… Hatta aslında okuldan önce evi incelemeliyiz, çünkü önce orda ‘haddini biliyor!’ çocuk. Birçok ebeveyn çocuğunu büyütmüyor, oyunların kucağına oturtarak büyümesini izliyor. Bebek ağlaması çocuğun anneye okuduğu bir ninni olarak algılanmıyor, ya da bir ezgi, beste hatta orkestra olarak görülmüyor. Televizyon karşısına koyduğu bebeğin zırıltısından kurtulmuş bir anne, yavrusuna zafer kazanmış bir edayla yaklaşabiliyor. Ne zaman sussun diye televizyon önüne bırakılan bir ‘problem’ görsem, içim burkulur. Bir canavarın karşısında savunmasızca duruyormuş gibi gelir... Elektronik bakıcı olan TV’nin zehirli rahminde besleniyor birçok çocuk... Neo-anneleri; televizyon, internet ve oyun artık... Ama şüphesiz ki, cennet onun ayakları altında değil...
Bebekler, evlerde büyüyor ama evlerde yetişmiyor. Hobi olarak büyütülüyor birçok yavru; kariyer sonrasına ertelenmiş ve dünyada yaşanmamış bir zevk kalmasın diye edinilmiş… Çok az ebeveyn, çocuğunun açıkgözlü değil açıkkalpli olmasını ve irfanla dolmasını hedefliyor; çünkü bunlar, ideal kuyruğunun son sıralarında yer alıyor…
İnternete gelince… Çocukluğumun geçtiği kasabada, mezbahaları ziyarete gidiyorum bazen. İçeride çok can boğazlanıyor ama hiç kan akmıyor... Günlük sekiz-on saat boyunca ‘net’ ten bir oyuncak dünyaya taşınan, hatta bazen mesaiye kalan çocukların hali, çok bariz olarak görülse bile... Hatta artık internet kafeler banal kalıyor, Dücane Cündioğlu’nun ifadesiyle; her çocuğun odasında bir ‘sanal manastır’ kurulu zaten…
En acıtan yaralar görünmeyenlerdir, kalbimizdekilerdir... Tıpkı bunun gibi asıl kan kaybı; toplumdan silinen bir gençtir, müstakbel bir bilinçtir. Yazının içerisinde betimlemeye çalıştığım gibi yetişen çocuklar, zamanla uzuyorlar, büyüyorlar ama gelişmiyorlar ve yetişmiyorlar… Toplum içinde parazit hatta mikrop haline de gelebiliyorlar…
Bu bağlamda sorunlarımızı çözüme kavuşturmak için birkaç teklif ortaya atsak? Meselâ şöyle bir öneriye gülünür ama geçilmez sanırım. Hemen her mahallede çocuk oyun parkı varsa, çocuk kütüphanesi de olsun... Ya da komşu çocuklarına, bayramlarda şeker değil de kitap dağıtalım. Ne hoş bir lahza olur onların dünyalarında… Çocuk dergilerini de büyükler çıkarmasın artık. Editörün, yazı işleri müdürünün çocuk olduğu bir çocuk dergisi de olsun!
İşte böyle kardeşim! Aslında olay senden, benden başlıyor öncelikle... Kardeşimize farklı davransak örneğin… Ya da senin çocuğun olduğunda ona böyle davranmayacağına dair söz versen öz benliğine…
Bizim, defolu canlara daha fazla tahammülümüz yok artık! Özellikle vahyin uğradığı evlerin hiçbirinde, ruhu eşelenmiş çocuk bulunmamalıdır. Bu niyetle gıcır gıcır bir hayata, sıfır kilometre bir besmele çekelim. Haydi, vira Bismillah...
Abdullah Yalnız'ın Yazısı.