Arapça bize bilmediğimiz yanlarımızı öğretecek. Kayıp coğrafyamızın sınırlarını gösterecek. Unuttuğumuz nağmelerimizi hatırlatacak. Arapça, bize, bizim kim olduğumuzu, nerelerden nerelere savrulduğumuzu ve nerelerden nerelere sıçrayabileceğimizi gösterecek.

eçtiğimiz ay Tunus ve Suriye`ye gittik. Ümitli gittik, ümit gördük, ümitle döndük. Giderken tatlı bir ümitle gitmiştik. Ne göreceğimizi bilmiyorduk, ama bilinmezin verdiği heyecan tatlı geliyordu. Gördüğümüz yorgun bir ümit oldu. Sadece ümitle yaşıyor olmanın verdiği bir yorulmuşlukla resmen çarpıştık. Döndüğümüzde ise içimizde bulduğumuz hüzünlü bir ümitti. Ne yorgun, ne tatlı, hüzünlü, bize yakışan bir ümitti netice.

Tüm akılcı izahların, hissi değerlendirmelerin, yediğimizin, içtiğimizin ötesinde bizi böylesine sarıp sarmalayan, hiç terk etmeyen ve fakat sürekli renk değiştiren bir şal gibi üzerimize ilişmiş bu ümit hissi neyin nesiydi acaba? Zannederim şuydu: Oralarda bırakıp, terk ettiğimiz kendimizi bulmuştuk. Gittiğimizde bulduğumuz kendimizdik, başkası değil. Mekânlar bizim mekânlarımızdı. Yeme içme kültürü, misafirperverlikleri bizimkinden farklı değildi. Alışamadıkları hayatlarının ortasında aniden çıkıp gelivermiş aşina birilerini gören oranın sakinleri için durum farklı mıydı sanki? Değildi. Onlar da bizde eksikliklerini görmüşlerdi. Bizde gördükleri kaybettikleri kendileriydi. Aniden karşılarında buldukları, yokluklarına anlam veremedikleri öbür parçaları gibiydi. Bizi görüvermeseler, akıllarına hiç gelmeyecektik sanki. Ama gördüler. Biz de onları gördük. Görüştük, ama sıradan olmadı bu görüşme. Kayıp halkayı bulmuştuk. Kayıp halka yekdiğerimizde gördüğümüz kendimizdik.

Ne onlar, ne biz haksızdık. Onların da, bizim de gördüğümüz kendimizdik, çünkü biz aynı kaderin ve aynı geleceğin insanlarıydık. Aynı kitabın çocuklarıydık çünkü. O kitap ki şanımız ve şerefimiz olmuştu. Sarıldığımızda izzet bulmuş, terk ettiğimizde ağyarın elinde zillete düşmüştük. Kültürümüz, derdimiz, neşemiz, sevincimiz, acımız, rüyalarımız hep o kitapla şekillenmişti. Bizler, bu kitabın çocukları, nasıl da ayrı düşmüş, nasıl da parçalanmıştık?

Nasıl parçalandığımızı tarih kitapları yazıyor. Ama nasıl birleşeceğimizi atacağımız adımlar belirleyecek. Ruh ikizlerimizle buluşmak, kayıp parçamızı bulmak ve yeniden sahneye çıkmak istiyorsak ilk yapacağımız bellidir. 350 milyonluk bir dünya ile bizi bütünleştirecek en hayati adımı atacak ve Arapçayı öğreneceğiz. Biz Arapçasız yapamayız. Bu, Kudüssüz, Şamsız, Kahiresiz, Kayravansız, Merakeşsiz, Sanasız yapamayacağımız kadar açık ve sarihtir. Bölgede prestijimiz artsın, bize kariyer imkânı sağlasın, kültürel zenginlik olsun diye değil. Kendimizi keşfetmek için Arapçayı öğrenmeli, Arapçayı anlayabilmeli ve Arapça konuşabilmeliyiz. Arapça bize bilmediğimiz yanlarımızı öğretecek. Kayıp coğrafyamızın sınırlarını gösterecek. Unuttuğumuz nağmelerimizi hatırlatacak. Arapça, bize, bizim kim olduğumuzu, nerelerden nerelere savrulduğumuzu ve nerelerden nerelere sıçrayabileceğimizi gösterecek.

Bizler aynı kitabın çocuklarıyız, bunda şüphe yok. Ama o kitabın dili ile anlaşamıyoruz. Kitabımıza en az onlar kadar vâkıfız, onlar kadar dini literatüre hâkimiz, ama Arapçaya gelince anlaşılmaz bir cahilliğin pençesinde kıvranıp duruyoruz. Anlaşılmaz ve anlatılmaz bir cehalet bu. Tunus`ta misafir olduğumuz evin sahibi bir yemek sonrası dua etmemi istedi. Açtım ellerimi, imam-hatipli olmanın avantajı ile biraz uzunca bir dua yaptım. Duadan sonra yüzünde hayret nidası ile şunu sordu: “Bana lütfen izah eder misin, siz Türkler neden Arapça konuşamıyorsunuz? Böyle güzel Arapça dua ediyor, Kur`an`ı bu kadar güzel okuyabiliyor, kelimelerimizi, harflerimizi en az bizim kadar telaffuz edebiliyorsunuz da neden okuduğunuz kadar akıcı konuşamıyorsunuz, ben bunu anlayamıyorum.”

Nasıl mı cevapladım? Ne diyebilirdim ki? Acı acı gülümsemekten başka bir şey yapamadım. Ama fazlasını yapmamız lazım. Harflerini öğrendiğimiz, kelimelerini telaffuz ettiğimiz, en temel kitabını sular seller gibi okuduğumuz bir dile bu kadar yabancı kalmak, kendimize yabancı kalmak demektir. Biz, dinini dili ile kaynaştırmış bu milletin evlatları daha fazlasını yapmalı ve Arapçayı öğrenmeliyiz. Başkası ile iletişim kurmak için değil, ruhumuzun kayıp hazinelerini keşfetmek için… Kendimizle tanışmak, halleşmek ve kaynaşmak için…


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.