Hayrettin Nihat Bilge

Ayasofya, dünyanın en önemli sanat eserleri arasında yer alıyor olsa da, bizim için ne taş, ne mekânlar içinde herhangi bir mekândır;  Fatih’in emaneti Ayasofya, fethin simgesi ve fatihlik remzidir. Ve bu emanet namusumuzdur! Has odamızdır!

Fatih’in emaneti, Ayasofya açılsın!
Haçlıların yüzüne, zincirleri saçılsın!

Simge - Sembol - Remz

arka nedir?” diye sorsak, -en basit anlamıyla- bir ürünü diğerlerinden farklılaştırmaya, ayırmaya yarayan özel “simge”lerdir cevabını verebiliriz. Çünkü simgeler, belirleyici ve ayırt edici bir özellik taşır. Nike’ın simgesinden tutun da, Mercedes’in simgesine kadar birçok ticarî mal için bunu düşünebilirsiniz. “Simge” aynı zamanda da, duyularla ifade edilemeyen bir şeyi belirten somut nesne veya işarettir (Zaten “simge”, Farsça “sim” -işaret- kökünden, dil devrimi esnasında türetilmiş bir kelime). Mesela “beyaz” renk, temizliğin ve masumiyetin simgesidir; bundan dolayı da gelinliklerin rengi beyazdır. “Aslan” liderlik ve cesaretin simgesi, “tilki” zekâ ve sağduyunun simgesi, “haç” Hıristiyanlığın simgesi, “gökyüzü” özgürlüğün simgesi gibi… Bu örneklere elbette ki yüzlerce daha eklemek mümkündür, zira farkında olsak da olmasak da hayatımızda birçok simge vardır ve hayat; ticaretten matematiğe, sanattan dine kadar birçok sahada -bir nevi- simgelerle yürüyordur. Bu noktada bir not da düşelim: “Simge”nin Fransızcası “sembol”, hatta Türkçede “simge” yerine daha çok “sembol” kullanılıyor, Arapçası ise “remz”.

İstanbul’un simgesi

Hemen hemen her büyük (gelişmiş) ülke aslında şehirleriyle ilk akla gelir. Bunlar o ülkelerin önde gelen, -ham uyaranlar arasından sıyrılıp ilk algılanan- şehirleridir ki istisnaları olsa da (New York, İstanbul gibi) genellikle de başkentleridir. Bu şehirlerin kolay hatırlanmasında en büyük unsur ise söz konusu şehirlerin simgeleridir. Fransa’yı hiç görmeyen biri bile, Fransa’yla ilgili konuşulduğunda aklına hemen “Paris” gelir; zira Eyfel Kulesi oradadır. Tıpkı “Moskova” denilince, akıllara Kremlin Sarayı ve Meydanı; “New York” denilince de, Özgürlük Anıtı gelmesi gibi… Ezcümle, ülkeler şehirleriyle markalaşır, farklılaşır ve bilinir; şehirler de simgeleriyle zihinlerde yer alır. Bundan dolayı da gezi kataloglarında, ülke tanıtımlarında hep bu simgeler kullanılır.

Peki, İstanbul’un simgesi? Elbette buna herkes kendince bir cevap verebilir. Kimine göre Kapalıçarşı, kimine göre Kızkulesi, kimine göre de başka bir yer olabilir. Şimdi bu hususta dilerseniz, mevzuumuzu müşahhaslaştırabilme adına, bir araştırmaya göz atalım. Turizmci, reklamcı, akademisyen, politikacı, gazeteci gibi farklı mesleklere sahip kişilere, Hürriyet gazetesi sormuş, “İstanbul’un simgesi neresi?” diye. Uğur Dündar’dan Cem Boyner’e, Egemen Bağış’tan Ertuğrul Günay’a, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan Nimet Çubukçu’ya, Betül Mardin’den Ayşe Kulin’e, Fazıl Say’dan Ayşe Arman’a kadar elli kişiden müteşekkil jürinin oylarıyla; Kızkulesi üçüncü, Sultanahmet Camii ikinci çıkarken, birincilik açık arayla Ayasofya’nın olmuş (Hürriyet Pazar, 21 Mart 2010, Sayfa: 11). Evet, İstanbul’un birinci simgesi: Ayasofya!

Ayasofya neyin simgesi, İstanbul “hangi kültürün” başkenti?

O hâlde şimdi sormak lâzımdır, Ayasofya neyin simgesi? Sanırım buna da herkes meşrebince farklı cevap verebilir. Tıpkı, Macaristan’ın Peç ve Almanya’nın Essen şehirleriyle birlikte, 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti ilan edilen İstanbul’un “Hangi kültürün başkenti?!” sorusuna muhatap olması gibi. Malum, kültür ansiklopedi ezberciliği değil, topyekûn bir hayat tarzıdır; sadece kitap, sinema, müzik meselesi değildir. Kültür, “yaşanmaya değer hayatın” tezahürüdür ve ruha ait bir keyfiyettir. Bundan dolayı da, ne kadar kültür varsa, o kadar da ahlak vardır. Kısacası, Ayasofya’nın neyin simgesi olduğuna yahut İstanbul’un hangi kültürün başkenti olduğuna cevap aranırken, bunun bir ahlak anlayışını zorunlu kıldığı aşikârdır. İstanbul’a ve Ayasofya’ya bakarken, Coni’nin ahlakıyla, küresel-egemen kültürle mi bakacağız; yoksa Peygamber müjdesine nail olan -çağ açıp, çağ kapatan- Sultan Fatih ve hocası Akşemseddin Hazretleri gibi mi bakacağız? Ne gördüğümüz, nasıl baktığımızla, bakış açımızla ilgili bir keyfiyettir. Yunanlı Ayasofya’ya baktığında Bizans’ı görür; Anadolu için ise Ayasofya, fatihlik mührü ve fethin simgesidir!

Evet, Ayasofya ne taş, ne binadır; Ayasofya bir mânânın, zıt mânâyı kuşatmasıdır! Ayasofya, cihat ruhunun remzi; akıncıların nal seslerinin, tekbir sesleriyle buluştuğu nizam-ı âlem davasının, “İlay-ı Kelimetullah” aşkının yapı taşıdır.  Ayasofya, Fatih Sultan Mehmed Han’ın emanetidir! İşte yeri:

Fatih’in Ayasofya Vakfiyesi (Vakfiye: Bir vakfın şartlarını bildiren belge)

“İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse; Allah’ın,

Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun. Azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hâlâ bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir.” (Fatih Sultan Mehmed Han - Haziran 1453)

Mozaik taş değil, keyfiyet Ayasofya

Keyfiyet zamanın, kemiyet de mekânın ressamıdır. Zamanın mekânda yoğunlaştığı hakikatini nispetle de keyfiyetler kendilerini kemiyetle ifade ederler. Zira suretler olmasa, mânâlar ebediyen tecelliye gelmez.

İsrail’deki “Ağlama Duvarı” nedir? Mesela, bir Siyonist, bu duvarın kenarında ibadet ettiğinde “Burada şu kadar kilo taş, bu kadar kilo da boya kullanılmış” diye mi düşünür? Doğu bloğuyla, Batı bloğunu birbirinden ayıran “Berlin Duvarı”nın bir zamanlar keyfiyeti neydi? Yahut Kâbe’nin maddî değeri ölçülebilir mi? Yerden şu kadar yükseğe, şu kadar bez kullanılmış falan gibi bir safsatayla ona kıymet biçilebilir mi? Muhakkak ki hayır! Burada asli husus tamamen keyfiyete aittir ve “materyalist” bakış açılarıyla hakikatine vasıl olunamaz!

“Ayasofya’nın cami olarak açılmasına ne gerek var ki, nasıl olsa etraf cami kaynıyor; namaz kılacak olana yer mi yok...” Birilerinin iğdiş edilmiş idraklerinden, bu ve benzeri yorumlar süzülse de, dünya üzerinde böyle ahmaklığa ancak gülünür! “Ne yani, etraf bilmem ne de kaynıyor, o zaman hane-aile içinde neden sadakat arıyorsun” diye -adam olana- sorarlar! He hane içinde sadakat peşinde değil, ihanet peşindeyseler o da başka bir meseledir zaten. Ezcümle Ayasofya, dünyanın en önemli sanat eserleri arasında yer alıyor olsa da, bizim için ne taş, ne mekânlar içinde herhangi bir mekândır;  Fatih’in emaneti Ayasofya, fethin simgesi ve fatihlik remzidir. Ve bu emanet namusumuzdur! Has odamızdır! Bu noktada tarihî bir olayı da aktaralım: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İstanbul işgal edilince, Ayasofya kilise olarak ibadete açılmak istenir. Teşkilat-ı Mahsusa’nın hayatta olan yiğit fedaileri, işgal ordularına haber gönderirler, “Eğer Ayasofya kilise olarak ibadete açılırsa bombalarız!” İşgal orduları bu hamleden çekinir ve isteklerinden geri adım atarlar. İşte Ayasofya budur, vatanın harim-i ismetidir!

Bugünkü hâl

Bankalarında İslâm dünyasına ait hesapların kabardığı İsviçre, minareleri yasaklıyor… Independent gazetesi, İngiliz ordusunun atış talimlerinde cami şeklinde hedef tahtaları kullandığını, İngiliz Savunma Bakanlığı’nın ise konunun ortaya çıkmasının ardından özür dilediğini yazıyor… Irak’ta bir milyon Müslüman’ı katleden ABD, Afganistan’da insansız uçaklarla sivilleri katlediyor… Ayrıca hemen hemen her hafta ABD’nin yaptığı yeni işkence görüntüleri medyaya yansıyor…  En son ortaya çıkan bir görüntüde ise Amerikan askerleri, bilgisayar oyunu oynar gibi, Irak’taki sivillerin üzerine ateş açıyor… Kana susamış İsrail, Gazze’yi boğmak için elinden gelen her şeyi yapıyor, hatta Filistin yönetimi (El-Fetih) ile bile çapraz ilişkiye giriyor; gözünü Mescid-i Aksa’ya dikmiş, onu altından oyuyor… Doğu Türkistan’ın hâli ortada, yalnız ve çaresiz… Dünya üzerindeki tüm Müslümanlar yüzünü Anadolu’ya, halifenin topraklarına çeviriyor, herkes bir şey bekliyor… Bu sırada Ermeni meselesi, ABD’den İsveç’e kadar her yerde gündeme geliyor… Ermeni soykırımının tanınmasını durdurmaya çalışan Türkiye, nedense Fatihalarla açtığı Millet Meclisi’nde, İsrail’in Gazze’de soykırım yaptığını yahut ABD’nin Irak’ta soykırım suçlusu olduğunu oylayamıyor…

İşte tam da böyle bir hâl ve gidişatta, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay,hükümet olarak birçok açılıma öncülük ederken, Ayasofya’nın ibadete açılamayacağını söylüyor. Sayın Günay, keşke Nazım’ın mezarını Türkiye’ye getirme isteği kadar, bu konuda da irade gösterse. Zira şu anda partisinde bulunan vekillerin bir bölümü vakti zamanında “Zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın!” diye haykıran meydanlardan geliyor. Bu arada, sahi onlardan neden bir ses çıkmıyor? Acaba, kelle koltukta yürümesi gereken devlet adamları, işin içine turuncu koltuk girince eski ulvi ideallerini, küresel düşüncelere feda mı ediyor? Aslında birileri -realpolitik ne olursa olsun- millî olmadan, milletlerarası olunamayacağını söylemeli. Birileri Ayasofya’nın müze olarak kalmasının Lozan’ın gizli maddeleri arasında yer aldığını her dönem yeniden hatırlatmalı. Hatırlatmalı diyorum, zaten bunu bilmesi gerekenler biliyor. Sadece nedense unutuluyor. Akıllardan çıkarılmaması gereken soru şu: İstiklâl mücadelesi verilmemiş olsaydı ve İstanbul işgal kuvvetlerinin elinde bulunsaydı, Ayasofya’yı müze mi yaparlardı yoksa kilise olarak yeniden açarlar mıydı?! I. ve II. Gazze savaşlarından sonra, 1917 yılında Kudüs’e girdiğinde ilk sözü “Haçlı savaşları şimdi bitti!” olan, dönemin İngiliz komutanı General Allenby, Ayasofya konusunda nasıl bir tasarruf gösterirdi? Müze mi yapardı?

Yeri gelmişken bir de Ayasofya’nın müzeye çevriliş hikâyesine bakalım.

Ayasofya Camii nasıl müze oldu?

Boston Bizans Enstitüsü, -ABD’nin isteği doğrultusunda- Thomas Whittemore başkanlığında Ayasofya’nın mozaiklerini onarmak ve incelemek için Türkiye Cumhuriyeti hükümetine müracaat eder. 1931 tarihinde Bizans Enstitüsü’nün istediği özel izin verilir ve böylece çalışmalar başlar. Bir süre sonra, namaz kılanların yanında çalışmaların yürütülmesinin zor olduğu bahanesiyle caminin ibadete kapatılması teklif edilir. Zaten Bizans Enstitüsü’nün çalışmalarıyla eş zamanlı olarak da hem yurt içinde, hem de yurt dışında Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi için kampanyalar başlatılır. Enstitünün isteği, hiçbir hukukî dayanağı olmadan, âdeta oldu-bittiye getirilerek, kabul edilir. 24 Kasım 1934’te Bakanlar Kurulu kararıyla Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesine karar verilir; 1 Şubat 1935 tarihinde de müzenin açılışı yapılır.

Son söz

Cer Modern’in açılışına sırf Başbakan geliyor diye zorla getirildiğini açıklayan kimi Ankaralı sanatçılara; “Nasıl insanlarsınız, siz sanatçı mısınız?” diye ateş püsküren Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, akabinde de şöyle demişti: “Ankara Ulus’ta yeni açılan sanat merkezi Cer Modern’i düşündükçe sevinçten içimden ağlamak geliyor!”

Evet, bizim de içimizden ağlamak geliyor! Lâkin sevinçten değil, bizimkisi kahırdan! Bilmem ne otellerinin hizmet verdiği, bilmem kimlere dönük turizm politikalarının şekillendiği, gay-lezbiyen barların açık olduğu; Eyüp El-Ensarî’lerin, Fatih’lerin, Abdülhamid’lerin, Hüdaî’lerin ve daha nice mübareğin bulunduğu İslâm başkenti İstanbul’da, bizim de içimizden ağlamak geliyor; “Ayasofya neden kapalı” diye!

Ayasofya Hitabesi

(Üstad Necip Fazıl’ın 1965 yılında Milli Türk Talebe Birliği’nde verdiği Ayasofya Konferansı’ndan birkaç satırbaşı)

Ayasofya Açılacak!

...

Bakın nedir bu bakımdan Ayasofya?

Bizi bu hâle getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlâkımızı Paris’in dünya çapındaki (Şabane) kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekâmızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 129 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, mukaddesat odamız...

Ayasofya budur!

129 yıl boyunca, dışarıdan Batı emperyalizmasının, içeriden de onların sadık ajanları sıfatıyla kozmopolitlerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi hâlinde, adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofya’yı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türk’ün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu.

Frenk kelimesinden gelen “frengi” ismine dikkat ediniz! Türk’ün mukaddesatına frengili bir surat gibi bakan bu insanlardır ki, “frengi” mefhumunun tâ kendisidirler ve ciğerlerine kadar frengilidirler!

Büyük İskender ve Sezar’ı oda hizmetçiliğine kabul etmeyecek kadar üstün hükümdar, başbuğ ve (aksiyon) adamı Fatih, İstanbul’u fethedip onun kalbi Ayasofya’da namazını eda ettiği zaman, Cenubî Fransa’da kırılıp Viyana’da tekrar Batıyı dişleyecek olan İslâm taarruz kıskacının mihver çivisini ele geçirmişti. Ayasofya işte bu incecik mildir, bu çividir; onu İslâm kıskacına yerleştiren Fatih Sultan Mehmed’dir; ve eğer ondan sonra kıskaç kapatılamadıysa suç kapatamayanlardadır. Fatih’e düşen şerefse, erişilir soydan değildir.

Demek ki, Ayasofya, ne taş, ne çizgi, ne renk, ne cisim, ne de madde senfonisi; sadece mânâ, yalnız mânâ...

Ayasofya’nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler. Her mânâ, her hikmet, her münasebet Ayasofya’ya bağlı...

Ayasofya açılmalıdır. Türk’ün bahtıyla beraber açılmalıdır.

Ayasofya’yı kapalı tutmak, Yunanlıya “Ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!” demekten farksızdır.

Ayasofya’yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletler’den Afrikalı yamyam devletlerine kadar aleyhimize rey verdirip kendileri müstenkif geçinen Batılılara “artık benim hayat hakkım kalmadı!” demektir.

Ayasofya’yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk’ün semaları tutuşturan lanetine hedef olmaktır.

Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem!

Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk’ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya’nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.

Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânâlar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek...

Ayasofya açılacak!.. Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve her şey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici bir kitap gibi açılacak...

Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak...

Ayasofya’yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak...

Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın...


GENÇ'ın Yazısı.