Kollarında çileler eritip umudu büyüten, ellerinde acıyı yoğuran ve sevdayı doğuran bir şehir, Kudüs. Kelebeklerin çocuklardan daha uzun yaşadığı, kalbinde Mescid-i Aksa’nın attığı bir şehir… Bugün o kalbin kapısını çalacağız inşallah, o kalbin sesine kulak vereceğiz.

Resul-u Ekrem Efendimiz’in tebliğ ile vazifelendirilmesinden sonra müşrikler, sayıca bir hayli üstün oldukları Müslümanları boykot etmeye başladı. Ekonomik ve sosyal baskılar dayanılmaz bir haldeyken Âlemlerin Efendisi, zevcesi Hz. Hatice’yi ve amcası Ebu Talip’i kaybetti. Bu yıla hüzün yılı denildi. Yaşanan onca acı olaydan sonra Allah, peygamberimizi Miraç ile ödüllendirdi.  Miraç hadisesinde, Peygamber efendimiz Kâbe’den, benim de ismini aldığım, Burak ile önce Mescid-i Aksa’ya geldi sonra da semaya yükseltildi.

Miraçla beraber namaz bizlere farz kılındı. Peygamber Efendimiz namazı, yüzünü Mescid-i Aksa’ya dönerek kılıyordu ancak Hz. İbrahim’in kıblesine yönelmek istiyordu. Bir gün, Mescid-i Kıbleteyn ismiyle andığımız mescitte namaz kılarken, Bakara Suresi’nin 144. Ayeti nazil oldu. “Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehli kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.” Namaza başlarken Mescid-i Aksa’ya yönelen Müslümanlar, namazı Mescid-i Haram’a dönerek bitirdiler. Kudüs bizim ilk kıblemizdi. Gözümüzün ilk nuruydu. Öyle de kalacaktı. Kudüs fethedilecekti.

Kudüs’te ilk Ezan

Hz. Ebubekir döneminde Bizanslılarla yapılan Ecnâdeyn savaşı zaferle sonuçlanmış, Suriye ve Filistin’in kapıları Müslümanlara açılmış, Yermük Savaşı ile de bölgede kesin hâkimiyet kurulmuştu. Sıra Kudüs’ün fethine gelmişti. Ebu Ubeyde b. Cerrah’ın yönetimindeki ordu Kudüs kapılarına dayanınca Kudüs halkı aman diledi. Suriye şehirleriyle yapılan anlaşmalarla benzer bir anlaşmanın yapılmasını istediler ve şehri sadece halifeye teslim edeceklerini söylediler.

Hz. Ömer, Ebu Ubeyde’nin daveti üzerine muhacir ve ensardan oluşan küçük bir kafileyle yola çıktı. Suriye’nin Cabiye bölgesinde, Halid b. Velid ve Ebu Süfyan tarafından karşılandılar. Hz. Ömer, üç semavi dinin kutsal şehri Kudüs’e sanılanın aksine büyük bir tevazu ile girdi. Şehri Patrik Sophronios’tan teslim aldı ve anlaşmayı imzaladı. İlk olarak Mescid-i Aksa’yı ziyaret edip Hz. Davud’un mihrabında dua etti. Peygamberimizin vefatından sonra bir daha ezan okumayan Bilal-i Habeşi’yi çağırarak ondan ezan okumasını rica etti. İslam’ın Bülbülü, halifenin hatırı için ezanı okurken Ashabı Kiram’ın gözlerinden yaşlar süzülüyordu.

Kudüs böylece Müslümanların eline geçmişti. İlk kıblemiz olan Mukaddes Ev emin ellerdeydi artık. Sıra şehrin İslam ile yoğrulmasına gelmişti. Hz. Ömer, Ubâde b. Sâmit’i şehre kadı olarak tayin edip, halka İslam’ı anlatmasını istedi. Bu esnada şehre cami yapılmaya başlanmıştı bile. Peygamberimiz bu mukaddes belde için orada kılınan namaz, başka yerde kılınan bin namaz gibidir buyurmuştu. Kudüs’e gelemeyenler için ise, kandillerinde yakılmak üzere zeytinyağı gönderiniz demişti. Allah’ın izniyle Kudüs fethedilmiş, imar ve inşa hareketleri başlamıştı. Nihayetinde başkent olacaktı. Ashab-ı Kiram mutluydu, ne mutlu…

Kubbetüs Sahra ve Mescid-i Aksa, Emeviler döneminde inşa edildi. Halife Abdülmelik, tarihin tozlu sayfaları arasına asla kaybolmayacak bir gül koymuştu. Kıyamete kadar kurumayacak ve taptaze kalacak bir gül çiçeğiydi, İslam mimarisinin en güzel ve en tatlı eserlerinden biriydi, altın camiydi o.

Haçlılar Dönemi

Sonrasındaki dönemde İslam Devleti’nin başkenti Bağdat’a taşınsa da Kudüs, İslam dünyasında Mekke ve Medine’den sonra üçüncü önemli kutsal şehir olma özelliğini sürdürdü. Şehir; zamanla depremlerle, yangınlarla veya isyanlarla hastalansa da her seferinde şifasını buldu. Kimisi Abbâsiler döneminde kimisi de Fâtimîler döneminde olan basit geçirimlerdi bunlar. Esas hastalık, adeta bir kanser şeklinde 1099 yılında Haçlılar’la birlikte gelecekti.

I. Haçlı Seferi’ne katılan ordular, üç yıl süren bir yürüyüşün ardından, 7 Haziran 1099 Salı sabahı Kudüs’ün karşısındaki en yüksek tepeye ulaşmış, âşık oldukları şehri seyrediyorlardı. Bu tepeye Sevinç tepesi (Montjoie) adını verdiler ve aynı günün akşamında şehir surlarının önüne gelerek ordugâhlarını kurdular. Sağlam surların çevrelediği şehri, Cenova ve İngiltere’den aldıkları yardımla, beş hafta süren kuşatmanın ardından fethettiler. Müslüman halk, Kubbetüs Sahra ve Mescid-i Aksa’nın bulunduğu kutsal bölgeye sığındı. Müslümanlar, Tankred ve askerleri üzerlerine saldırınca teslim olmak zorunda kaldı. Tankred kutsal yerlere aldırış etmeden her yeri yağmaladı. Kubbetüs Sahra’nın tepesine sancağını astırdı. Şehrin valisi İftihârüddevle ve garnizon Dâvûd Kulesi’nde kuşatıldı. Şehir teslim edildiği takdirde serbest bırakılacaklardı. Her şeyin kaybedildiğini gören vali, çaresizlik içinde şehri teslim etti. Çaresizlik sadece onlara göreydi. Kudüs’ten sağ salim bir şeklide çıkan tek Müslüman grup, vali ve adamlarıydı.

Müslümanlar Hicri 17 (M. 638) yılında Kudüs’ü fethettiğinde, hiçbir cana ve mala zarar vermeden şehre girmişlerdi. Hatta bunu garanti edecek şekilde anlaşma imzalanmıştı. Üç semavi dinin mensupları yüzyıllar boyunca mesut bir şekilde yaşayabilmişti. Ancak şehrin aşkıyla yanıp tutuşan Haçlılar geldikleri gibi kıyıma başladılar. Sadece Müslümanları değil, bizlere yardım ettikleri gerekçesiyle Musevî’leri dahi kılıçtan geçirdiler. Kutsal mabetleri yakıp yıktıklarında tarih böyle bir vahşeti ilk kez görüyordu. Mehmet Akif yüzlerce yıl sonra şu dizeleri yazacaktı.

“Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde,

Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu.

Varıp eşiğine alnımı koydum,

Sanki bir yeraltı nehri kaynıyordu.”
   
Haçlı ordusuyla birlikte şehre giren tarihçi Fulcherius, şövalyelerin ve askerlerin Araplar’ın yuttukları altınları bağırsaklarından çıkarmak için bunları öldürdükten sonra karınlarını deştiklerini, ellerinde kılıçla tüm şehirde dolaşıp hiçbir canlı bırakmadıklarını, bütün evlere girip ne buldularsa yağmaladıklarını anlatır. Bir başka tarihçi Raimundus ise bu vahşetten, Harem-i Şerif’e (mabetlerin bulunduğu yer) giderken dizlerine kadar olan kan birikintilerinden geçildiği şeklinde bahseder. Müslümanlarla beraber tüm Musevilerde öldürülmüştü. İslam dünyası yüzyıl boyunca Kudüs’ten mahrum kalacak ve bu barbarlarla mücadele edecekti. Kudüs’ün yeniden fethi için başka bir Ömer gerekti, Selahaddin Eyyubi gerekti.

Hadim’ül Harameyn Geliyor

Sultan Selahaddin 1138 yılında bir Selçuklu Valisi’nin oğlu olarak dünyaya gelmişti. Babası Necmeddin Eyyub Tikrît valisiydi. Amcası Necmeddin Zengî’nin izinde giderek askerliği öğrendi. Genç yaştayken Haçlılar’a karşı yapılan savaşlara katılarak Dımaşk şahneliğine (emniyet memuru) kadar yükseldi. Daha sonralarda amcası Zengî’nin naibi olarak Mısır ve etrafındaki bölgeleri yönetmeye başlamıştı. Aldığı zaferlere karşın yüzü gülmüyordu Selahaddin’in. Bir şeyler eksikti, hevesi kursağındaydı sanki. Kudüs’e hasretti İslam âlemi. Selahaddin Mısır’a hâkim olduğunda, Kudüs Haçlı Krallığı’na karşı seferlere çıkacaktı. 

Dımaşk’a doğru giden Müslüman kervana Haçlılar saldırdığında Selahaddin’in sabrı taşmıştı. Bunun üzerine Selahaddin, 4 Temmuz 1187’de Hittîn mevkiinde Haçlı ordusunu yok etti. Ardından Müslümanlar, Kudüs Krallığı’na ait şehir ve kaleleri süratle ele geçirmeye başladılar. Birkaç hafta içinde irili ufaklı elli kadar belde fethedilmiş, sıra Kudüs’e gelmişti.

Sultan Kudüs yakınlarındaki Askalan’a geldiğinde şehri teslim almak için Haçlı heyetini çağırdı. Haçlıların şehri vermeyeceklerini söylemeleri üstüne Selahaddin Kudüs’e doğru yürüdü. 20 Eylül 1187 tarihinde İslam ordusu Kudüs önlerinde karargâhını kurmuş, Seksen sekiz yıl önce Haçlıların baktığı manzaraya bakıyordu. Ama bu bakış çok farklıydı, İslam nurunun bakışıydı. Kuşatma başlamış, daha altıncı günde Sütunlu Kapı’nın altından lağım kazmaya başlanmıştı. Üç gün sonra surda büyük bir gedik açıldı. Şehri savunamayan Haçlılar, komutan Balian d’Ibelin’in önderliğinde Sultan’ın karargâhına gelip şehrin teslim şartlarını konuştu.

Selahaddin Haçlılardan, şehri çok cüzi bir miktarda fidye ödeyerek, kırk gün içinde terk etmesini istedi. Erkek başına 10, kadın başına 5, çocuk başına ise 2 dinar fidye ödenecekti. Para bulamayanlar ise serbest bırakıldı. Yüzyıl içinde iki farklı zihniyet şehirde hâkimiyet kurmuştu. Kimileri onca insanın katili olarak, kılıçlarından postallarına damlayan kanı temizlerken, kimileri de şehre girerken yanlarında getirdikleri gül yapraklarını sokaklara saçıyordu. Daha doksan yıl önce acıdan inleyen, gözlerinden kan ağlayan sokaklardan mutluluğun hoş sedası duyuluyordu.

Kudüs, Miraç Kandili gecesine tekabül eden 2 Ekim 1187 Cuma günü, Selahaddin’in elleri şehrin kapısına dokunduğunda, Peygamberimizi misafir ettiğinde, Hz. Ömer’in secde ederken alnının toprağa ilk kez değdiğinde hissettiği gibi mutluydu, mesuttu. Artık yüzü gülüyordu Hadimül Harameyn’in. İslâmiyet’in iki mukaddes şehri olan ve bu sebeple Haremeyn diye anılan Mekke ve Medine’nin hizmetkârı anlamına gelen bu unvanı hak etmişti Selahaddin.

Sultan’ın ilk işi Haçlıların saray olarak kullandığı Mescid-i Aksa’nın camiye çevrilmesi oldu. Mescid-i Aksa’yı kendi elleriyle süpürüp yerleri gülsuyuyla yıkadı. Başta, tepedeki haç indirilerek Hristiyan adetlerine göre yapılan değişiklikler kaldırıldı. Nureddin Mahmut’un altmış yıl önce Kudüs için yaptırdığı minber Halep’ten getirtildi. Seksen sekiz yıl önce Bilal-i Habeşi’nin okuduğu ezan şehirde yeniden duyuluyordu. Kudüs yeniden İslam dünyasının nazar boncuğuydu. 1200 yıl süren hâkimiyet, 11 Aralık 1917 tarihinde, İngiliz askerleri şehre girinceye kadar devam etti.

Bir Soru

Eyyübîler, Memlükler ve ardından da Osmanlılar hâkimiyet sürdü bu kutlu şehirde. Kudüs’e her gelen, kandillerinde yanması için en azından bir kap zeytinyağı getirdi yanında. Hizmette yarış edercesine camiler, hastaneler, okullar yaptılar. “Peki, biz?” diye kendi kendime bazen soruyorum. Biz ne yapacağız?

Tarihler 21 Ağustos 1969 Perşembe gününü gösterirken İsrailli birisi Nureddin Mahmud’un, “Ben Kudüs’e gidip savaşamam, belki bir gün bir yiğit çıkar da orayı fetheder, alsın bu minberi oraya götürsün, elimden ancak bu gelir” diyerek yaptığı minberi yakmıştı. Dönemin İsrail başbakanı Golda Meir ise bu olayın üzerine korkudan sabaha kadar uyuyamamış ve sonrasında şunları söylemişti “O gece sabaha kadar korkudan uyuyamadım. Zannediyordum ki, Müslümanlar dört bir taraftan İsrail`e girecekler. Lakin sabah oldu ve korkulan olmadı. İşte o zaman anladım ki; biz dilediğimizi yapabiliriz, zira Müslüman ümmeti uyuyan bir ümmettir.”

Sizlere de sorayım: Ne yapacağız, neden dört bir yandan İsrail’e girilmedi? Cevabı olan bana da söylesin. Vesselam.


Burakhan Doğan'ın Yazısı.