Gençler Hayret Etmeli
Merve Kurtoğlu
Yazı hayatında 34 yılı geride bırakan, onlarca romanı, binlerce deneme ve köşe yazısı olan Leylâ İpekçi, kendi yolculuğunun bir hülasasını sunmak niyetiyle “Leylâ’nın Defteri”nde bazı notlarını, günlüklerini, söyleşilerini ve yazılarını bir araya getirdi. Biz de bu vesile ile kapısını çaldık ve kelimelerin tılsımlı dünyasından kendimizi nasıl besleyeceğiz meselesine kadar geniş bir alanda sohbet ettik.
Yeni kitabınız “Leylâ’nın Defteri” hayırlı olsun öncelikle. Okuyucularımız bu kitapta ne bulacaklar, sizin dilinizden öğrenebilir miyiz?
Yayıncılık hayatıma başlayalı 34 yıl olmuş. 21 yıl önce ilk romanım yayımlanmış. Tabii bu uzun süreçte pek çok defter birikmiş, çeşitli notlar almışım. Ben ilk dergicilik yapmaya başladığımda daktilo kullanılıyordu ve dergi, gazete sayfalarının başlıkları, harfleri elle diziliyordu. Önümüze bir yazı gelirdi ve “İki kelime 7 cm’i geçmeyecek bir başlık bul.” denirdi. O sınırlılık bizi çok ciddi kamçılardı ve ben bütün o yıllar boyunca aslında kelimelerle dans ettim, mecburen onların tılsımlı dünyasına girdim. O günden bu yana epeyce malzeme defterlerde, notlarımda birikmiş. Bazı romanlarımın çıkış noktası, deftere yazdığım bir cümleden ilham almış. Bazen okuduklarımız, altını çizdiklerimi; bazen de gözlemlediklerimi, ruh ve zihin dünyamı kelimeler aracılığıyla oraya kaydetmişim. Bir de çeşitli dergilerde yayımlanan yazılarım, romanlarım için aldığım özel notlar, benimle yapılmış söyleşiler vardı, oralardan da derlemeler yaparak “Leylâ’nın Defteri”ni hazırlamış olduk.
Kitapta “iç dünyamıza bakma” vurgusu sıkça tekrar ediyor. “İçimizde ne oluyorsa başımıza da o geliyor.” diyorsunuz bir yerde. İçimizi sürekli yoklamak da önemli değil mi?
Tabii elbette. Mesela birazcık iç dünyayı dışarıya yansıtmak da önemlidir aslında. Gereklidir de hatta ama onun derecesi var. Belki ben romancı olduğum için bunu fazla yapmış olabilirim ama herkes derece derece bunu yapmalı düşünüyorum. Bütün bu hayatlardan, bütün bu uğradığımız yerlerden devşirdiğimiz ne varsa bunlarla oluşturduğumuz Leylâca, Leylâ’nın Defteri. Benimkisi Leylâ, ötekisi Fatma, Ayşe, Mehmet ne ise. Hepimizin bir defteri var bir tür amel defteri aslında. Yazılıp durur.
Neyi tecrübe ediyorsak, neyi yaşıyorsak, nerede olursak olalım, hangi yaşta olursak olalım zaten bir defterimiz var.
Bu defterimizi okumak, yazarken okumak, okurken yazmak gibi bir sorumluluğumuz var. Benim genç arkadaşlarıma tavsiyem gerçekten kendi defterlerini yazmakta olduklarının bilincine varsınlar. Bu neyi getirir? Baktığın şeye bir anlam vererek bakmayı, konuştuğun kelimeleri can kulağı açık işitmeyi, herhangi bir duyduğun, konuştuğun veya yazdığın, okuduğun bir şeyi, kelimeleri kendi mecazına çekerek, kelimelere daha farklı, daha geniş anlamlar vererek bakmayı getirir.
Bir toplumun nefsi hangi seviyedeyse, dili de o seviyede olur. Ben Yunus Emre’nin divanıyla, Yunus’la veya Yunus sesiyle, Yunusça ile tanıştığımda şunu fark ettim. Bize hep, üzerimize tahakküm kuran, şimdi gençlerin de sorunu olan çok entelektüel, çok sofistike, seçkin, akademik, referanslı bir dil var. Dipnotlu, aktarımlı, bilmem kimin dediği gibi, falanca filozofun dediği gibi… Böyle zihinsel, entelektüel bir dil oluşturuldu. Bu dilin içinde yaşamıyoruz biz.
Bu hali hastalıklı olarak mı görüyorsunuz?
Hastalık olarak görmüyorum bu da gerekir. Ama buradan, nasıl söyleyeyim size, Yunus’u anlatayım... Yunus’un yaptığı şey, entelektüel bir dilden çıkarttığı bir miraç değil. O kelimeleri miraç ettirerek bunu yapmış. Nereden ettirmiş? Sokakta, bağda, bahçede konuşulan dilden. Anamızın, babamızın, ninemizin konuştuğu dilden. Aynı kelimelerden, aynı hayatla capcanlı olan bir dilden Rabçe bir dil çıkarmış, hakikat dili çıkarmış. Kelimeleri kanatlandırmış. Miraç ettirmiş ve Türkçenin o kadar zengin hale gelmesini biz aslında bu hakikat dilini konuşan erenlerin bize bıraktığı nutk-u şeriflere borçluyuz. Biz bugün, bunlar geçmiş, gitmiş, bitmiş diye baktığımız için ve şu anda konuştuğumuz dil küresel; ana babalarımızın, ninelerimizin konuştuğu bir dil değil. Küresel dil yani nefs-i emmare dili. Nefsimizin en alt katmanından konuştuğumuz dil. Üç kelimeyle çok zevk aldım, çok eğlendim, çok güldük gibi ifadelerle sıınırlı. Ya da işte insan hakları, herkese saygı duymalıyız gibi kalıplar... Hep bu nefs-i emmare diliyle konuşuyoruz. Küresel batı dilini konuşuyoruz biz şu anda. Buna teslimiz, eleştir eleştirme Allah’ın cümbüşü.
Yunuslar bu toprağın mayası. Mesela Yunus Emre gibi erenleri farklı dillere çevirmek çok zordur. Çünkü bu kültürün binlerce yıllık birikimi üzerine konuşmuş. Şu aralar Yunus Emre’yi İngilizce ve farklı dillere çevirmeye çalışan bir grubun içindeyim. Bazı kelimelere karşılık bulmaya çalışıyoruz fakat çok zor. Çünkü bu diller, beni yaşayan Yunusla tanıştıran Mustafa Tatçı Hocamın dediği gibi “Rabçe”ye dönüşmemiş henüz. Çok seküler, kanatlanmamış kelimelerle mana çok dar kalıyor. Vahiy diyorsun karşılığı yok, ya da nur diyorsun, nur kelimesinin karşılığı yok.
Bizim Türkçede çok büyük imkanlarımız var o zaman?
Çok büyük imkanımız var. Yunus’un ve iki üç bine yakın erenlerin ve divanların sayesinde. Gençlere bir ricam da şu. Özellikle muhafazakar kesimin gençlerine. Şimdi bir furya var: “Biz hep şu cemaatlerin bizden istediklerini okuduk, bunlar bize yetmiyor, küresel bir dil var, ona sahip olmalıyız.” Yani diyorlar ki biz gidelim Wittgenstein, Derrida, Foucault okuyalım. Elbette okusunlar. Fakat bizdekileri zaten bildikleri yanılgısına düşmesinler. Burada çok gizli bir hazine var. Batılı zihinlerin bilgileriyle bu kültürün zevklerini geliştirebilirler. Zevk eksikliği var gençlerde, birikim eksikliği var. Zevk edinsinler, o zevkle, dil zevkini yine dönüp dolaşıp nefsi emmare dilinde değil bu toprakların mayasında işitilen, hali hazırda konuşulan, bazen de susulan ama konuşulmakta olan bir safiyane, kamilâne bir dil var. Ben ona Yunusça diyorum. Lütfen bunu işitmeye çalışsınlar. Burada saklı bir hazine var üstü örtülüyor zaman zaman ama kaybolmuyor.
Bu topraklardaki birikim aslında bir silsile gibi değil mi? Siz belki buna Tanpınar’ı, Abdülhak Şinasi Hisar’ı, Cahit Zarifoğlu’nu, Edip Cansever’i, Ahmet Haşim’i vs. de dahil edersiniz. Kitapta bu isimler geçtiği için söylüyorum...
Hepsini eklerim. Kitapta çoğundan bahsediyorum. Gençliğimde bu isimlerin hepsinden beslenmeye çalıştım. Dil zevki kazanmayı çok önemsiyorum. Bir de kullandığınız kelimelere mana katmak, manayı kanatlandırmak, bu topraklara ait kamilâne bir metottur. Ve bu olmadığı sürece biz küresel nefsi emmare diline hapsoluyoruz. Ve hayata da bu dilin sınırladığı kadar bakıyoruz. Kendimize de o dille bakıyoruz.
“Kendini bilen Rabbini bilir.” Kendini bil, aslına dön. Nasıl döneceğiz aslımıza? Hangi dilde döneceğiz? Nefsi emmare dilinde mi? Mümkün mü böyle bir şey? O miraç, benliğimizde yapacağımız miraç aynı zamanda bize en büyük yansıması dildedir. Bir toplumun, medeniyetin kendini en çok olgunlaştırdığını gösterdiği, yetkinliğini ortaya koyduğu yer dildir. Bunları geçmişte kalan bir kalıntı gibi bakmak bizim için çok büyük bir yıkım. 200 senemize mal oldu. Biz fetret dönemi çocuklarıyız ama sizler için artık bu kadar vakit yok. Bir şekilde bu dili, bugünün ruhuyla güncellemek gerekiyor. Bir de gençlerin hayret etmesi gerekiyor. Ne oluyorsa yaratıcının büyük sanatıyla oluyor sırrına erip her birimizin hayret etmesi lazım. Hayret etmeden, etrafımızdaki her şeyin her şey ile olan ilişkisini görmeden, kainattaki müthiş tevhid sırrını farketmeden anlamlı dünyalar kuramayız. Hayret ola..
GENÇ'ın Yazısı.