Alışmak Bir Yara
Suya, sabuna, rahat yataklarımıza alışmasak, kırlangıca, serçeye, martıya alışmasak. Güle, laleye, papatyaya alışmasak… Bir lokmanın boğazımızdan kolayca geçişine, elimizin rahatça işleyişine, adımlarımızın düşünmeden ilerleyişine alışmasak. Hayret, hayranlık ve sevgi eşlik etse hepsine. O zaman, dünyanın alışılması gereken son yer olduğuna daha mı çok inanırız?
Kaç sene önce idi hatırlamıyorum. Takip ettiğim günlük gazetelerden birinde, yazar, yazısını denize bakarak yazdığından bahsediyordu. Tatilde idi ve fakat bu durum yazısını göndermesine engel değildi artık. O zamanlar tabi daha kablosuz internet yok, diz üstü bilgisayarlar bu kadar yaygın değil. Muhtemelen gıpta etmiştim ona. Şimdi ben de benzer koşullarda bu yazıyı kaleme alıyorum (lafın gelişi aslında, bilgisayarda yazıyorum).
Manzara gerçekten harika. Tatil demek, benim için aslında tam da bu demektir. Tabiata daha yakın olma imkanı. Karşımda dağlar var. Dağlar ile aramızda bir koy. Koyun içinde ufacıcık iki ada.
Mayıs ayı yazımı alışkanlık üzerine yazmayı planlamıştım. Notlarım, düşüncelerim o minvalde idi. Konudan vazgeçmiş değilim. Aksine, algıda seçicilik yaşayarak alışkanlığın ne kadar tehlikeli olduğu noktasında bol bol gözlemde bulunma şansına sahibim şu an. Lüks alışkanlığının…
İnsan alışıyor. Üç, beş, yedi, yetmiş derken tekrarladığı işlere, düşüncelere alışıyor. İbadetlere de alışıyoruz, lükse de.
Alışmak bir tarlanın önünde durmakla başlıyor. Uzun buğday başakları geçit vermez görünür. İlk adımı atarsınız. Zorlanırsınız. İki, üç derken her adım aynı zorlukla uğraştırır ama yolunuzu açar. Tekrar aynı yolu kullanmak istediğinizde artık bir kez o yoldan geçilmiştir. İlki kadar zorlamaz. Git-gel yol düzleşir. Dere tepe aşılır. Artık yol olmuştur orada, ot bitmez, hız kesilmez.
Alışılan durumun iyi olması, o alışkanlığı da iyi yapar mı? Genelde böyle kullanırız, “kötü alışkanlıklarınız var mıdır?” “Hayır efendim, sigara, alkol kullanmam. Arada bir nargile içerim ama o da alışkanlık derecesinde değil. İyi alışkanlıklarım var. Namaza alıştım, küçüklüğümden beri kılıyorum. Yat-kalk, düşünmeme gerek kalmıyor, sevk-i tabi halini aldı bende. Okuma alışkanlığım da var. Bıraksanız günde kalın bir cilt bitirebilirim. Bazen okuduklarımı hatırlamakta zorlanıyorum ama çok üstünde durmaya gerek yok. Sabahları işe gitme, akşamları eve dönme alışkanlığım var.”
İnsan alıştığı şeyleri artık düşünmez, sorgulamaz, hayret etmez oluyor. Güneşin her sabah doğması alışılageldik bir durum olduğu için, seher vakti heyecanla beklemiyoruz onu. Yağmurlara alıştığımız için bağrımızı açmıyoruz o Hak katından yeni gelene, kuşlara, çiçeklere, nefes alıp vermeye alıştık. “Ya Rabbi! Hayretimi artır!” duası, alışmanın esareti olmaya karşı bir dua olarak okunabilir mi?
Namaza alışmayıp, her vakti ilk namazımız gibi bekleyip, son namazımız gibi kılmaya gayret göstersek…Sevdiğimiz insanlara alışmasak. Her akşam onları ilk kez karşılıyormuş gibi karşılasak… İş arkadaşlarımıza alışmasak. Onları bir gün yanımızdan gittiklerinde özleyeceğimiz gibi özlesek her akşam ve sabahında kavuşur gibi karşılasak... Suya, sabuna, rahat yataklarımıza alışmasak, kırlangıca, serçeye, martıya alışmasak. Güle, laleye, papatyaya alışmasak… Bir lokmanın boğazımızdan kolayca geçişine, elimizin rahatça işleyişine, adımlarımızın düşünmeden ilerleyişine alışmasak. Hayret, hayranlık ve sevgi eşlik etse hepsine. O zaman, dünyanın alışılması gereken son yer olduğuna daha mı çok inanırız?
Rabia Gülcan Kardaş'ın Yazısı.