“Âkif, Meşrutiyette, bir teşrih masası gözüdür. Cihan Savaşı’nda bir destan kalbi, bir destan dilidir. Cumhuriyet döneminde bir zihin ve beyindir. Ölümünün yaklaştığı yıllarda da, bir yandan üstümüze düşen tarihi gölgeden üşüyen, öte yandan ölümün kartalsı gölgesinin gecesine gömülen garip, sürgün, mahzun bir ruhtur.”

Büyük adamlar gün geçtikçe daha çok büyürler insanların gözünde. Her geçen yıl, tabir yerindeyse serpilir, güzelleşirler. Yıllar onları unutturmaz, aksine her yıl yeniden doğarlar sanki. Yeniden, yeniden keşfedilirler. Keşfedildikçe gönüllerdeki sevgi ve saygınlıkları daha bir derinleşir.

Mehmed Âkif de unutulmayan/unutulmayacak isimlerden birisidir. Cumhuriyet döneminde kitaplara, makalelere, araştırmalara konu olmuş onun gibi bir başka isme daha rastlamak neredeyse imkansızdır.

O, bir taraftan eserleriyle, bir taraftan hakkında yazılanlarla keşfedilmeye devam ediliyor. Vefat yıl dönümlerinde adına özel sayılar hazırlanıyor, düşünceleri üzerine kitaplar, makaleler yazılıyor.

Ben de bu yazımda, onun şahsiyetinin çizgilerini, sanat, edebiyat anlayışını, fikri yapısını, davasını derinlemesine işleyen iki değerli kitaptan söz edeceğim. Bu kitapların hacimleri oldukça küçük. Buna rağmen bunların, Âkif’i bize tanıtacak en etkili kitaplar olduğu kanaatindeyim. Zira büyük adamları gerçek anlamda yine büyük adamlar anlayabilir ve anlatabilirler. İşte bu kitapların müellifleri de en az onun kadar derin ve çaplı insanlar.

Koca Bir Tarihin Türbedârı İlki

Nurettin Topçu’nun “Mehmet Âkif”i. Doğrusu bu kitap çarptı beni. Âkif’i sadece anlayan değil, onu bütün benliğinde duyup kuşatan bir ruh vardı karşımda. Bir dehânın çilelerini, yüreğinde duyduğu hafakanları derinden hisseden ve buna tercüman olan bir başka dehâ, bir başka yaralı yürek.. Hani Âkif:

Ağlarım ağlatamam, hissederim söyleyemem

Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzarım, diyordu ya. İşte bir başka kalp, o kalbe dil oluyordu sanki. O ateş gibi sıcak kelimeler, o yalımdan cümleler bir büyük abidenin önünde eğiliyor, selama duruyordu:

“Zamanında hakkıyla anlaşılamayan biri var ki bugün kalplerin sultanıdır. Bütün varlığını şiirle dile getiren Âkif, bizi bu dünyada iken büyük mahkemenin huzura yükselten mürşididir; büyük kurtarıcımızdır. Hattab’ın oğlu Ömer’in XX. asırda yaşayan müridi, onun gibi haşin mizaçlı, sert yürüyüşlü, zulme tahammülsüz, riyâ karşısında şiddet taşıran bir imân ve isyân heykelidir.” (s.14)

Bir büyük mütefekkir, Âkif’in büyüklüğü karşısında, aczini itiraf ediyor. Aslında yüceltiyor onu. Hasbelkader ortaya çıkmış ve göçüp gitmiş bir şâir gibi değil, başka bir gözle görüyor onu:

“…bizler Âkifleri güneşe bakabildiğimiz, güneşteki cevheri görebildiğimiz kadar anlıyoruz. Biz zavallı nasipsizler onu nihayet büyük bir şâir, bir sanatkâr olarak tanıyoruz. Âkif, yalnız yirminci asrın değil, dokuz yüz yıllık tarihimizin en yükseklerde duran terennümcüsüdür. O koca bir tarihin türbedârdır.” (s. 94)

Nurettin Topçu hem bizim abide şahsiyetlerimizi çok iyi tanımaktadır, hem de Batılı şâir ve düşünürleri. Bu bakımdan Âkif’te onlardan izler bulmaktadır:

“Bunlar hayattan kaçıp sonsuzluğu arayanlardır. Bütün dahileri biz, bu sonsuzluğun yolcuları olarak görüyoruz. Sinan, Yunus, Mevlâna, Fuzuli gibi, Âkif de işte bu sonsuzluğun yolcusu olan sanatkârlardandır.” (s.22)

“Safahât’ındaki buhranlı feryatlar Shakspeare’i düşündürücüdür. (s. 23) “Gölgeler’de, bütün bir mermer dağından tek bir heykel yapmak isteyen Floransalı heykeltıraş Michel-Ange gibi, asrımızın sonsuzluğa olan mesafesini ölçmeye çalışıyor.” (s. 26) “Victor Hugo, Fransızlığın mânevi haritasını çizmişti, Mehmet Âkif, vatanımızın bin bir acı ile parça parça olan kalp tablosunu, acılarla parçalanan bir kalbin kanıyla çizmiştir.” (s. 60)

Bana göre kitaptaki en çarpıcı karşılaştırma Âkif-Mimar Sinan karşılaştırmasıdır. Safahat’ı, felsefesini anlamak bakımından son derece anlamlıdır bu. Bilindiği gibi Sinan’ın çıraklık devri Şehzade camiidir. Âkif’in ilk iki Safahat’ı da onun çıraklık devrinin eserleridir. Bunlar Âkif’in araştırmalarıdır. Bu kitaplarda Âkif yok; bizim hayatımız, cemiyetimiz vardır.

Sinan’ın kalfalık devrinin eseri, Süleymaniye’dir. Âkif’in sanatında olgunlaşma devrinin mahsulleri, üçüncü dördüncü ve beşinci Safahat’larıdır. Bu devrede Âkif, kendini ilhamına terk etmiştir ve ilhamın kanatlarında millet, din ve ahlâk ihtirasları birbirlerinden asla ayrılmayarak, senfonisinin esasını teşkil etmektedir.

Sinan’ın ustalık eseri ise Selimiye camiidir. Âkif’in sanatının zirvesi de altıncı ve yedinci Safahat’lardır. Âsım’da dünya görüşünü ortaya koymuş, Gölgeler’de mistisizmine tırmanmıştır. Âsım, bu ilahi eserde muazzam bir kubbe ise, Gölgeler minarelerdir. (s.25, 26)

Safahat, diyor Nurettin Topçu, bir büyük ruhun romanıdır. Ve işte kitabın her satırında Üstad, o büyük ruhun kükremelerini, dalgalanmalarını, çığlıklarını, sızlanmalarını yansıtıyor.

Bâhusus “Safahat’ın Felsefesi” bölümünde Safahat, perdelerini sonuna kadar açıyor müellife. Sırlarını ifşa ediyor. İşte bu noktada Mehmet Âkif’in şahsiyeti de davası da sevdası da kristalleşiyor zihinlerimizde.

Göğe Doğru Uzanan Muhteşem Ağaç

Mehmed Âkif aşk ve ilhamını Kur’an’dan almıştır. Tıpkı onun gibi Kur’an’dan ilham alan bir şâir daha vardır: Sezai Karakoç. İşte “Mehmed Âkif” bu şâirin gönlünde yeniden çiçek açmıştır. Onun kaleminden sanki bir kez daha anlatmıştır yürek yangınlarını.

Sezai Karakoç, önce bir tablo çizer. Âkif’i doğuran şartların tablosunu; fikri kargaşa, siyasi buhran, lime lime dökülen imparatorluk, dibe vurmuş bir İslam inancı ve tasavvuru… Onun deyişiyle: “Çağ güç, çetin bir çağ, bir batış çağı.”

Âkif, anne babadan ve doğduğu yerden alır, değişik meziyetlerini. “Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih. Anne çizgisi, duyarlığı, sağduyuyu, kendini bir ülkeye adayışı, şairliği getirecek; baba çizgisi, ataklığı, savaşkanlığı, yılmaz ve her vuruşmada daha çelikleşen bir savaş adamını getirecektir.”

Sezai Bey, Âkif’i ve yetiştiği muhiti anlatırken bir ayete telmihte bulunuyor. Âkif’in ömrünü hizmetine adadığı Kur’an’ın bir ayetine: “Doğuş yeri ise, humuslu ve verimli bir topraktır. Tam bir anne gibi büyütür, kucağında yetiştirir ve göğe doğru salıverir. O, daima toprağa bağlı ve toprağın ta derinliklerine işlemiş, yapraklı ve çiçekli, dalı ve budaklı gövdesiyle göğü tutmuş bir ağaç gibi, Kur’an’da güzel sözün benzetildiği o muhteşem ağaç gibidir artık.” (s.11)

O muhteşem ağacın dalları farklı zamanlara uzanır. Farklı dönemlerde verir meyvelerini. Yani hayat serencamı bir devirden öbürüne evirilir durur. Ama hep geleceğe uzanan bir yönü vardır bu devirlerin:

“Âkif, Meşrutiyette, bir teşrih masası gözüdür. Cihan Savaşı’nda bir destan kalbi, bir destan dilidir. Cumhuriyet döneminde bir zihin ve beyindir. Ölümünün yaklaştığı yıllarda da, bir yandan üstümüze düşen tarihi gölgeden üşüyen, öte yandan ölümün kartalsı gölgesinin gecesine gömülen garip, sürgün, mahzun bir ruhtur.” (s. 58)

Peki Üstad, bir şair olarak Safahatı nasıl görüyor? Nasıl bir kıymet biçiyor ona?

“Safahat bir nevi, bu yıkıntıların “safha” “safha” anlatılışı, duyuruluşu ve bu yıkıntıların şâirde bıraktığı acı izlerin derlenişi, toplanışı ve tespit edilişidir. Bu yüzden Safahat, bir bakıma, Türk tarihinin en acıklı günlerinin yaşanmış bir destanı, yas yapraklarıdır.” (s.24)

Sezai Karakoç da Âkif’i Yahya Kemal’le karşılaştırmaktadır. Kısaca ifade etmemiz gerekirse, Yahya Kemal, Osmanlı-İslam medeniyetinin şâiridir; bu medeniyetin unutulup gitmesine gönlü razı olmaz şâirin, sanatını bu minvalde üretir. Âkif’se bu medeniyete hız veren inanç ve değerlerin şimdiki zamanda ve gelecekte yaşanması uğruna harcar hayatını. Bu amaçla hayatını şiire, şiiri hayatına katar.

Nurettin Topçu, Âkif’in Âsım ideali üzerinde etraflı ve derinlikli bir değerlendirme yapar. Onun arzu ettiği Âsımları, Âsım’ın neslini yetiştiremedik, diyerek hayıflanır. Bir umutsuzluğun içine düşmüş gibidir.(s.68) Sezai Karakoç ise umutla dopdoludur ve kendini onun arzu ettiği nesilden biri olarak görmektedir:

“Demek ki Âkif, milletin malı olmuş, Millet ruhuna kök salmıştır. Âkif’in ruhu dirilmiş ve genç nesle sinmiştir, görüyoruz. Ve Âkif toprağa verilirken duvarlara tutuna tutuna gezen çocuklar olan bizler bu gün bu yeni Âkifler ordusu içinde O’na sesleniyor ve diyoruz ki: Boşuna yaşamadın, boşuna savaşmadın ve boşuna ölmedin.” (s. 34)

***

Not: Değerli Nagihan kardeşim. Mektubunuzla gerçekten duygulandırdınız beni. Sizin hislerinize tercüman olabilmişsem ne mutlu bana! Ben gerçekten Diyarbakır’ı çok seviyor, bu güzellikleri taşıyan bir şehrimizi tanımış olmaktan mutluluk duyuyorum. Ayrıca çoğu kez havanda su dövdüğü vehmine kapılan bedbin bir yazara ses verdiğiniz için teşekkür ediyorum size. Selam ve dua ile.


Mesut Kaya'ın Yazısı.