Şiir ve Din Gidince Disiplin de Gitti!
Osman Toprak
Şiir ve din, toplum katındaki gerçek ağırlığını yitirince, disiplin de elden gitmiştir. Bugünkü gençlerin bu kadar yılışık ve sorumsuz olmasının nedeni budur. Şiir ve din, disiplin demektir. Bunu kaybederseniz, ortaya şöyle bir şey çıkar: Tokat yöresine ait olan “Oy on beşli” türküsü bir ağıttır. Yazılmamış, yakılmıştır. Bu ağıtı şimdilerde oynak bir parça olarak söylüyor ve oturup ağlayacakları yerde, kalkıp oynuyorlar!
İbrahim Tenekeci “Rabbim sen olmasan kimin aklına gelirim ben” diye içimize işlemiş mısraları olan bir şair. 1970 Kastamonu doğumlu. Üç aylıkken ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi. Lise eğitimini yarıda bıraktı. Bir dönem sahaflık yaptı. Şiir ve yazılarını ağırlıklı olarak Dergâh, Kırklar, Derkenar, Endülüs, Merdiven ve Kaşgar dergilerinde yayınladı. 1998-1999 yılları arasında Sağduyu gazetesinde köşe yazarı ve kültür sanat editörü olarak görev yaptı. 2000 yılından bu yana Milli Gazete’de köşe yazarı ve düşünce sayfası editörü olarak çalışmaktadır. Ayrıca Birey ve Birun Yayınları’nda editörlük yaptı, 40’ın üzerinde şiir, hikâye ve deneme kitabının yayınlanmasına vesile oldu. 2000-2005 yılları arasında 36 sayı yayınlanan Kırklar dergisinin Genel Yayın Yönetmenliği görevini üstlendi. Evli ve beş çocuk babası. Üç Köpük (3. baskı), Peltek Vaiz (3. baskı), Güzellik Uykusu (3. baskı), Giderken Söylenmiştir (2. baskı) ve Ağır Misafir şiir kitapları; Uçuş Denemeleri (2. baskı) ve Son Düzlük deneme kitaplarıdır. Ayrıca Dergâh Şiir, Dergâh Hikâye ve Dergâh Yazı Güldesteleri’ni yayına hazırlamıştır. Son kitabı Ağır Misafir vesilesi ile Tenekeci’ye şiirini ve çalışmalarını sorduk:
Giderken Söylenmiştir isimli şiir kitabınızı 2004 yılında yayınlamıştınız. 2008’de ise Ağır Misafir ile okuyucu karşısına çıktınız. Şimdi her iki kitabınızdan birer dize alıp soralım: “Bir beyaz rüya, eski Türkçeyle”, “Çıkmadım hiç Türkçenin sözünden…” Bu iki dizeyi biraz açar mısınız?
Her iki dizede de Yunus Emre’ye selam verdiğim, onun ellerinden öptüğüm söylenebilir. Yunus’u bilmek, kendimizi bilmektir. Bir büyüğümüz, “çocuklara önce susmayı öğretin, konuşmayı nasıl olsa öğreneceklerdir” der. Yunus Emre, “Derya benim katremdir / Zerreler umman bana” gibi güçlü şiirler yazarak, bize susmayı öğretmiştir.
Dikkat ederseniz, Nurettin Topçu ve İsmet Özel gibi birçok büyüğümüz, Türkçeyi de, Türk milletini de Yunus Emre ile başlatıyor. Onun için “Türkçenin sütdişleri” diyorlar. Süleyman Çobanoğlu’nun da bu konuda önemli görüşleri var. “Türkçe, Yunus Emre’nin huzurunda diz çökerek Müslüman olmuş bir dildir. Hem dinimizi, hem vatanımızı kuran Yunus Emre’dir” diyor.
Sorunuzda geçen iki dizeyi yazarak, işte bütün bu görüşlerin altına imza atmış oluyorum. Yuva kurmak ile şiir kurmak, benim için aynı anlama geliyor. Ben bunu ilk olarak Yunus Emre’nin şiirlerinde gördüm.
Selçuklu, Osmanlı ve yakın dönem üzerine çok sağlam ve çok yoğun okumalar yaptınız. Gazete yazılarınızda da, sıklıkla bu birikiminizden yararlanıyorsunuz. Bu okumaların size kazandırdıkları nelerdir? Bir şairin “tarihine” bu denli ilgi duymasını sadece “merakla” açıklayabilir miyiz?
Bir kere, tarihini bilmeyen birinin şairliği içi boş bir şeydir. Elbette bir tarihçi değilim. Fakat Türklerin İslamiyet’i kabul edişinden Selçuklulara, Beyliklerden Osmanlı’ya ve oradan da Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar düzenli bir okuma yaptım. Seçtiğim yazarlar alanındaki en saygın isimlerdi. Sonra bir takım tezlere ulaştım ve onları da okudum. Ayrıca hatıratlar, seyahat kitapları vs. Bu okumaları “emeğe saygı” olarak da adlandırmak mümkün... Emeğe saygı derken, bu toprakları vatan kılan, bu yolda canını ve malını veren, yokluk ve eziyet çeken milyonlarca insanı kastediyorum.
Tabii şu da var: Şiirin ayakta durabilmesi için mutlaka temellerinin/zeminin sağlam olması gerekir. Yani şiirimizi geniş bir kültürün üzerine bina etmeliyiz. Bir şairin, en azından yaşadığı toprakları, o toprakların insanını, tarihini, tabiatını, hikâyesini ve sosyal dokuyu iyi bilmesi gerekir.
Şair, sözü olan insandır. Biraz açarsak; edebiyatçı demek, sözü olan insan demektir. Mesela dünya çapında bir ekonomik kriz yaşanıyor ve herkes konuyla ilgili bir şey söylüyor. Dünya kadar rakam ve teknik terim… Ama en esaslı reçeteyi, “Tüketim değil, kanaat ekonomisi” diyerek Mustafa Kutlu hocamız verdi. İşte bu dört kelimeyi bir araya getirebilmek için, ekonominin yanı sıra; Müslüman Türk milletinin dününü ve bugününü, geleneklerimizi, su kaynaklarından şifalı otlara kadar memleketimizin tüm imkânlarını çok iyi bilmek gerekiyor.
Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi isimleri okuduğumuzda sadece şiir yazmadıklarını, şiirle birlikte dini, vatanı, devleti ve milleti de korumak ve savunmak için bir çaba sarf ettiklerini görüyoruz. Bunun ne anlama geldiğini açıklayabilir misiniz? Osmanlı’dan geriye kalan şeylere dikkat edin: Şairler, padişahlar ve camiler…
Osmanlı’dan geriye bu üç şey kalmıştır. Fatih, Kanuni, Yavuz gibi güçlü padişahların da şair olduğunu düşünürseniz, kalanlar ikiye inecektir: Şairler ve camiler.
Cumhuriyetten de iki şey kalacaksa, biri kesinlikle şairler olacaktır.
Büyük şairler bunu görmüş ve sorumluluğu üzerine almış kimselerdir. Ayrıca bütün kıymetli şairler arasında soylu bir akrabalık vardır. İsmini andığınız şairlerden biri İstiklal Marşımızı yazmış, biri de İstiklal Marşı Derneği’ni kurmuştur.
İsmet Özel, “İstiklal Harbi olmasaydı, Türk şiiri de olmazdı” diyor. Bunu şöyle söylemek de mümkün: “Türk şiiri olmasaydı, İstiklal Harbi de olmazdı.” Bizde şiirin karşılığı işte bu kadar büyüktür.
Bir yazınızda, “Cumhuriyet idaresinin yaptığı ilk şey, bu milletin ritmine müdahale etmek olmuştur. Ritmine; yani şiire ve dine... Bunun hikâyesi elbette uzun ve acıklıdır” diyorsunuz. Bu uzun ve acıklı hikâyeden çıkmamız, yeniden şiire ve dine dönmemiz nasıl mümkündür?
Bu meseleyi şiirlerime de taşımaya çalıştım: “Düşman geliyor kadim olan her şeye / Dine, disipline ve şiire” gibi…
Müslüman Türk milleti, din ve şiirle kendini bulmuş, ruh sahibi olmuş, ritim tutturmuş bir millettir. Şehzadelerin hocalarına bir bakın: Alimler ve şairler. Bu örnek bile, her şeyi izah ediyor!
Cumhuriyet rejimi ise yeni bir millet “yaratma” arzusu içindeydi. Nitekim “On yılda on milyon genç / Yarattık her yaştan” demeleri, bu arzunun bir tezahürüdür. Cumhuriyeti Mustafa Kemal’in silah arkadaşları kurmuş, fakat Atatürk’ün masa arkadaşları ele geçirmiştir. “Masada kaybetmek” dediğimiz şey, biraz da budur. Neyse…
İşte bu insanlar, önce dine ve şiire el atmıştır. Din üzerindeki baskıları anlatmak, malumun ilanından başka bir şey değil. O yüzden girmeyelim, bir an önce şiire geçelim. Cumhuriyet idaresinin yaptığı şey; geçmişi, yani o muazzam mirası yıkıcı bir şekilde reddeden şairleri desteklemek olmuştur. Orhan Veli ve saz arkadaşlarının nasıl bir resmi himaye gördüğünü ilgili herkes bilir. Buna karşılık, gelenekleri ve milli değerleri devam ettiren şairlere “gerici” muamelesi yapılmıştır.
Altını çizmemiz gereken bir diğer husus da şudur: Sadece şiire değil, ritmimizin bir diğer kaynağı olan müziğe de (musiki) güçlü bir müdahale olmuştur. Devlet, tüm imkân ve kurumlarıyla batı müziği, senfoni, opera gibi “dış kaynaklı” müzikleri desteklemiş; türkülerimiz ise daima hor görülmüş, geri plana itilmiştir. Ta ki özel televizyon ve radyolar kurulana kadar…
Şiir ve din, toplum katındaki gerçek ağırlığını yitirince, disiplin de elden gitmiştir. Bugünkü gençlerin bu kadar yılışık ve sorumsuz olmasının nedeni budur. Şiir ve din, disiplin demektir. Bunu kaybederseniz, ortaya şöyle bir şey çıkar: Tokat yöresine ait olan “Oy on beşli” türküsü bir ağıttır. Yazılmamış, yakılmıştır. Bu ağıtı şimdilerde oynak bir parça olarak söylüyor ve oturup ağlayacakları yerde, kalkıp oynuyorlar!
Yeniden dine ve şiire dönme bahsi, kolaylıkla cevap verilecek bir şey değil. Evet, Türk halkı hızla muhafazakârlaşıyor. Fakat bu durum, Fatih ve Üsküdar beldelerine değil, Pera ve Kalkedon semtlerine yarıyor!
Evet, şiire bir ilgi var. Fakat ilgi gören ya da öne çıkarılan şairler, Türk şiirine ne kadar ait? Buna bakmak lazım…
“Ülkemizde güzelliğin ölçüsü hâlâ şiirdir” diyorsunuz. Bu ölçünün korunuyor olması, değiştirilememiş olması güzelliğimize ne gibi anlamlar katıyor? “Keramet istediler, güzelliğini gösterdim” mısraının şairi olarak güzellik nedir, önce bunu anlayalım.
Güzelliği tarif etmeye kalkarsam, ne kadar yeteneksiz biri olduğum ortaya çıkar. Yine de birkaç cümle edeyim: Şiir, ilahi olandır. İlahi olan da, her zaman güzeldir. Peşinde olduğumuz güzellik ile bize dayatılan güzellik anlayışı elbette aynı şey değildir. “Ben ahlakın beğendim / Cemalinde gözüm yok” ile “doksan-altmış-doksan” aynı olabilir mi? Birçok insan, gazete ve televizyonlardaki doksan-altmış-doksanlara bakıyor olabilir. Ama evlenirken, ev kurarken ne diyorlar? İşte buna bakmak lazım.
İsmet Özel, Amerika’da çıkan krizin Avrupa’ya ve bize nasıl yansıyacağı insanımızı etkiliyor ama Türk şiirinin nereye gittiği kimseyi ilgilendirmiyor yakınmasında bulunuyor. Ağır Misafir’in sıcaklığı, tazeliği ve güncelliği üzerimizde iken, biz de size soralım: Türk şiirinin nereye gittiği niçin önemlidir?
Türk şiirinin nereye gittiği, kız kardeşimizin nereye gittiği kadar önemli bir konudur.
2004’te çıkan Giderken Söylenmiştir adlı şiir kitabınızdaki mısralar adeta Ağır Misafir’in habercisi gibi: “İpeğin dili olsa anlatsa beni / Desem değilim, ağır misafir”. Ağır Misafir’i bu zamanın, emeğin, projenin, birikimin toplamı olarak mı karşılamalıyız?
İlk şiirim 1988 yılında yayınlandı. Bu tarihten yirmi yıl sonra Ağır Misafir çıktı. Tabii bir de 1988 öncesi var. Hepsini toplarsak, çeyrek yüzyıldır şiirle birlikte yaşıyorum. Ağır Misafir, yirmi beş yılın birikimi ve tecrübesidir.
Her şiir dosyamda farklı bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Buna rağmen, son şiirim bir öncekinin, Ağır Misafir ise Giderken Söylenmiştir’in devamıdır. Asıl mesele, son şiirin ya da kitabın, bir öncekinin altında değil, üstünde olmasıdır.
“Pazar toplanırken yoksul kadınlar” mısraı Giderken Söylenmiştir’de yer alıyor, bunun devamı niteliğinde, yine Ağır Misafir’de “Ot toplayan kadınlar” şiiriniz var. İnsanı ve insanların Hayat şartları’nı yazmayı daha anlamlı buluyorsunuz galiba?
Şöyle bir dizem var: “İnsanları yazıyorum, insanım diye…”
Sanatınızla ilgili olarak Mustafa Kutlu’dan Süleyman Çobanoğlu’na, Hüsrev Hatemi’den Haydar Ergülen’e, Ahmet Kekeç’ten Haşmet Babaoğlu’na kadar birçok önemli isim, daha en başından beri hep olumlu cümleler yazdılar. Doğallık, içtenlik, akıcılık, ses ahengi vs. hep şiirinizde ittifak edilen konular. Günden güne sözünü ve şiirini yenileyen bir şair olarak hep bir üst şiiri, büyük şiiri mi arıyorsunuz?
Edebiyat söz konusu olduğunda, dünya bir gündür, o da yarındır. İmkânım ve gücüm ölçüsünde bunun gereğini yerine getirmeye çalışıyorum. Gerisi okuyucuya, eleştirmenlere ve zamanın insafına kalmış.
Sorunuzun cevabına gelince… İsmet Özel, “Kuşun Ölümü”nü yazmakla, güzel bir şiir yazmıştır. Fakat “Amentü”yü yazmakla, sadece şiir yazmamış, iş de yapmıştır. Aradığım şey, bugüne kadar birçok şairin bulduğu şeydir.
GENÇ'ın Yazısı.