Bize Biz Kadar Yakın Olana Çağrı
M. Nedim Tan
Ercan Alkan 1978 doğumlu. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde yüksek lisans yaptı. Amerika Indiana Üniversitesi’nde misafir araştırmacı ve öğretici olarak bulundu. Doktora çalışmasını sürdüren Alkan, halen İlmî Araştırmalar Merkezi’nde (İLAM) tasavvuf araştırmacısı olarak çalışmakta, yayın faaliyetlerinde bulunmaktadır.
‘Tasavvuf Seni Çağırıyor’ isimli bir kitap yayınladınız. Öncelikle neden böyle bir isim tercih ettiğinizi soralım.
Aslında yakında olan çağrılmaz. Çağrı uzak mesafede olan içindir. Maalesef bizler, Türkiye’de kültürel ve sosyal bir kırılma yaşadık. Bu süreçte entelektüel geçmişimiz, kültürel değerlerimiz ve kodlarımızla aramızda bir mesafe oluştu. Bize biz kadar yakın olandan uzaklaştık. Şimdi ise yakınlaşmamız için bir çağrıya ihtiyacımız var. Tasavvufun çağrısı öncelikle bu mesafeyi kapamaya yönelik. Yani bu çalışmada kendileriyle söyleştiğim kimselerin çağrısı dersem daha doğru olur.
İnsanı kendine çağıran pek çok şey var dünyamızda. Tasavvufun çağrısını diğerlerinden farklı kılan ne?
Tasavvufun çağrısını diğerlerinden farklı kılan şey ise, bence sahihliği ve samimiyeti… Sahihliği derken kastettiğim husus, kaynağı ve konusu itibariyle sahih, otantik ve özgün olması. Samimiyetine gelince… Modern dönemdeki spiritüel akımların niyetlerine göz atmamız, meramımızı ifadede yardımcı olur. İnsanı erdemsizlikleriyle baş başa bırakan ve yalnızlaştıran modernizm, adeta karşı bir din oluşturmaya çalıştı. Modern dinler, mistik hareketler, newage akımları falan… René Guénon’un tabiriyle “kontratradisyon” [Hakikate tam tersi bir kutuptan yaklaşıp doğrusu buymuşçasına ortaya koymak, çok yönlü bir aldatmaca]. Söz konusu hareketlerin sunduğu çözümler modern pazarlama yöntemlerinin bir parçası olageldi. Dolayısıyla, önerilenler kâr marjının yükseltilmesinden öte bir anlamı taşımadılar. Tabi burada surete geçirilen bir takım renkli maskeler var. NLP, kişisel gelişim, kişisel değişim, kendini gerçekleştirme vs. vs... Peki, bu bireyi tatmin etti mi? Birey kendini gerçekleştirebildi mi? Mutlu olabildi mi? Tabi ki hayır. İnsanlar hakikatten uzaklaştıkça hayatın altında daha da ezildiler. Varoluşçu bir yaklaşımla, bireyin tanrılaşması beklenmekteydi. Yani neredeyse mutlak bir kusursuzluk ideali. Aşkın bir varlık gerçeği zihinden kovulmuştu çünkü. Bu kez insana içinde bulunduğu kaostan kurtuluşun yine kendisinde olduğunu söylendi. İnsanın egosu besiye alındı. Şişirildikçe şişirildi. Sonrası ise yine anlamsızlık içerisinde yitip gitmeler… İşte, bütün bunların aksine, tasavvuf bireye daha gerçekçi, daha samimi bir çağrıda bulunuyor. Kendi gerçeğini, kendi özünü, kendi haddini, kendi sınırlarını bilmesini istiyor bireyden. Bununla yetinmeyip, buradan hareketle Rabbini bilmesini istiyor.
Kitaptaki söyleşilerde de öne çıkan bir şey bu. Yani tasavvufun ‘kendini bilmek’ ve ‘hakikati bulmak’ anlamına geldiği. Fakat günümüzde böylesi konular ‘fazla ciddi’ ve ‘çok ağır’ diye niteleniyor. Peki gerçekten tasavvuf, ‘ciddi’ ve ‘ağır’ konularla mı örülü?
Maalesef günümüzde hiçbir şey ciddiye alınmıyor. Çünkü bu durum modern hayatın yapısından kaynaklanmakta. Ciddiye almama, dikkate değer bulmama, boş verme, ihmal etme, hafifseme, küçümseme, adileştirme, vulgarize etme. Modernizm durmadan bireye bunları dikte etmede. Hakikat bütün asaletiyle ve ihtişamıyla orada öylesine dururken modernizmin başvurabileceği en son çare bu. Göz kaydırma, göz boyama, hedef saptırma her yerde. Şair durumu çok güzel ifade etmiş:
Erbab-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar
Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan
Yani yarasaların gözleri gün ışığından incinir. Bu noktada hakikat karşısında modern bireyin yarasadan farkı yok. Kanaatimce işte tamda burada tasavvufun çağrısı devreye girmeli. Gözlerdeki bu fark edememe, ciddiye almama perdesini bir bir aralamalı.
Konu şu: Hakikati bulmak istiyorsan Rabbini bil; Rabbini bilmek istiyorsan kendini bil. Kendini bilmek, bedenin anatomisiyle bağlantılı bir şey değil. Yani kendilik bilgisi anatomi bilgisine karşılık gelen bir bilgiden ziyade kendi özüne/aslına ilişkin bir bilgi. Bu mesele “fazla ciddi” mi “çok ağır” mı bilemiyorum ama bence her şeyden önce önemsenmesi gereken bir husus. Faraza, bir insanın ömrü boyunca elinin varlığından haberdar olmaksızın yaşadığını düşünelim. Sonrasında bu insan birden tam ölmek üzereyken tutma, kavrama gücünün el denilen şeyle yapıldığını öğrensin. O zamana kadar bir şeyi kavramak için ayağını mı kullanmaya çalışmıştır artık ağzını mı bilemiyorum. Gerçekten çok tuhaf, çok vahim bir durum. Sahip olduğu elin işlevinin farkında olmadan sürülen bir ömür… İşin maddî, bedensel boyutu bu. Söz konusu örneği manevî olana kıyas edelim. Bizde bir kalb var, o kalb sadece kan pompalayan bir et parçası değil; onda bunun yanı sıra bütün bir insanın salahına, yani dengesine ve kurtuluşuna sebep olan bir cevher de var. Kalbin dışındaki diğer latif organlar da böyle. Kısacası hakikatimizi keşfe çıkıp bizde var olan gizli hazinenin farkında olmalıyız. Bu da bence tasavvufun çağrısına kulak vermekle mümkün.
Son soru: Sizce gençler ne için tasavvufla ilgilenip onunla içli-dışlı olmalılar?
“Gençlik başımda duman” diyor ya şarkıda. Acemilikler, toyluklar genelde insan ömrünün bu zaman diliminde yaşanır. Çocukken ne kadar bilgeliğe yakınsak gençken o kadar uzağız. Yaşama ilişkin bilgilerimizin çoğu cahil cesaretiyle öğrendiklerimizle sınırlı. Peki, bu öğrendiklerimizin hakikatten aldığı pay ne kadar? Bunu iyi düşünmeliyiz. Ayrıca, bu dünyada yaşıyorsak bu dünyaya, öncesine ve sonrasına ilişkin doğru bilgiler edinme zorunluluğumuz var. İşte tasavvufun ya da sufî bilgelerin izini sürmek, onlarla içli dışlı olmak hem bu dünyaya ilişkin hem de öteki dünyaya ilişkin hususlarda bizi hazırlıklı kılar.
GENÇ'ın Yazısı.