Hiçbir şey küçük ve basit görülmemelidir. Büyükler “söz vücut bulur”, “Belâ ağızdan çıkan söze bağlıdır” derken de bu hassasiyetlere dikkat çekmişlerdir. Hususiyle büyük ve iddialı sözler, daima hüsran kapıları açar. Zira azamet ve kibriyalık, Hakk’a mahsustur. Kim bu alana girebilecek söz ve tavır içine girerse zilleti tadacak demektir.

Bir dostumuz bir gün sohbet esnasında dediler ki:

“Her nimet, kendi içinde sarhoş edici bir özellik taşır. Bu özellik sadece üzüm ve hurma gibi kendisinden içki vb. maddeler üretilen nimetlere has değildir. Mal ve makam nimetiyle sarhoş olanlar olduğu gibi ilim, irfan, keşif ve kerâmetle sarhoş olanlar da vardır. Başarılar da kimi zaman insanın aklını başından alır. Hatta daha ileri noktada kişiyi şirke bile düşürür.”

Evet, insan, mazhar olduğu nimetlerde ve eriştiği başarılarda, o nimet ve başarıyı lütfedeni değil de sadece kendisini görmeye başlamış ise sarhoşluk başlamış demektir. Artık bu sarhoşluk söz ve davranışlarında kendini göstermeye başlar. Rabbimiz bazı hakikatleri çoğu zaman iyi anlaşılsın için misallerle anlatır. İşte buna güzel bir örnek:

“(Ey Resûlüm!) onlara, misal olarak şu iki adamı anlat: Bunlardan birine iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da zirai ürünler bitirmiştik. Bağların ikisi de yemişlerini verip hiçbir ürünü eksik bırakmamışlardı. İki bağın arasından bir de ırmak akıtmıştık. Böylece adamın bol ürünü oluyordu. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi:

«Ben, servetçe senden daha zenginim; evlâd ü iyal bakımından da senden daha güçlüyüm!»

Böyle bir böbürlenme içinde kendisine zulmederek (yani haketmediği bir konumu kendine vermek suretiyle) bağına girdi ve şöyle dedi:

«Bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmam. Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum. Rabbimin huzuruna götürülürsem bile, hiç şüphem yok ki, orada bunun yerine daha iyisini bulurum.»

Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki:

«Yoksa sen, seni topraktan, sonra nutfeden (sperm) yaratan, daha sonra da seni bir adam kılığına sokan Allah’ı görmezden gelip nankörlük mü ediyorsun? Halbuki O Allah, benim rabbimdir ve ben rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam. Keşke bağına girdiğinde, “Mâşallah!», «Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh» deseydin ya! Eğer malca ve evlâtça beni kendinden güçsüz görüyorsan, ben de rabbimin, senin bağından daha iyisini bana vereceğini umuyorum. Allah senin bağına gökten âfetler gönderir de bağ, boş ve kaygan bir zemin haline geliverir. Yahut bağının suyu dibe çekilir de bir daha onu aramaya bile gücün yetmez.»

Çok geçmeden adamın ürünleri (felâketlerle) kuşatıldı. Sahibi, çardakları yere çökmüş haldeki bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü çırpınmaya başladı. «Ah!» diyordu, «Keşke ben rabbime hiçbir şeyi ortak koşmamış olsaydım!» Ona Allah’tan başka yardım edecek yandaşları da yoktu; kendisi de (bu felâkete) engel olamadı.” (Kehf Sûresi, 32-43)

Bu misalde de görüldüğü gibi şirkin yani Allah’a ortak koşmanın bilinen bilinmeyen nice çeşitleri vardır. Özellikle başarılar ve nimetler karşısında kendisini Rabbine ortak koşanlar çoktur. Bu sebeple bu âyetlerde öğretilen şu iki hakikate daima gönlümüzde ve dilimizde yer vermek, hem nimetin şükrünün bir başlangıcı ve hem de korunmasının teminatı gibidir.

Birincisi, olan her bir şeyin, lütfedilen nimet ve başarıların ancak Rabbimizin dilemesi ve istemesi neticesinde olduğunu ifade anlamında “ = Mâşâallah” demektir. O ne dilemişse o olmuştur; o dilemeseydi böyle olmazdı manasına gelir. Bu cümle aynı zamanda “Rabbimiz bu nimeti ve başarıyı muhafaza buyursun, korusun kollasın, ona gelebilecek her türlü belâ ve musibetten onu emin kılsın” anlamında da kullanılabilmektedir ki dilimizde daha çok bu anlamdadır. İkincisi ise güç ve kudret, her türlü hareket ve bereket, işlerin evrilip çevrilmesi, taat ve ibadete iktidar sahibi olmak, günah ve kötülüklerden sakınabilmek yalnız Allah’ın izni ve yardımı iledir anlamında Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah demektir.

Ebû Mûsâ radıyallahu anh şöyle anlatır:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana hitâben:

“Cennet hazinelerinden bir hazineyi sana bildireyim mi?” buyurdu. Ben de:

“Evet, Yâ Resûlallah, bildir”, dedim. Şöyle buyurdu:

“Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” demendir. (Buhârî, Megâzî 38,; Müslim, Zikir 44–46)

Bir insanın dilinde bu ifadeler, gönlünde ise bunların mânâları var olduğu sürece, hem kendini şirkten korumuş olur ve hem de lütfedilen nimet ve başarıyı muhafaza etmiş olur. Aksi halde hem imanda bir gedik açmış ve hem de nimetin ziyan edilmesine sebep olunmuş olur. Öyleyse gözümüzü ve gönlümüzü sevindiren, hayatımıza zenginlik katan, bize itibar ve izzet veren ne varsa, her birine karşı böyle bir hissiyatla bakabilmek ve bu cümlelerle dile getirebilmek gerçekten bir cennet hazinesidir. Öyle kelimeler ve cümleler vardır ki hayatı cehenneme çevirirken, öyle cümleler de vardır ki hem gönle huzur verir ve hem de hüzün ve kederi izale eder. Hiçbir şey küçük ve basit görülmemelidir. Büyükler “söz vücut bulur”, “Belâ ağızdan çıkan söze bağlıdır” derken de bu hassasiyetlere dikkat çekmişlerdir. Hususiyle büyük ve iddialı sözler, daima hüsran kapıları açar. Zira azamet ve kibriyalık, Hakk’a mahsustur. Kim bu alana girebilecek söz ve tavır içine girerse zilleti tadacak demektir.


Adem Ergül 'ın Yazısı.