Masum bir çocukluğum oldu. Memlekete giderken yolda heyecandan uyuyamaz, tam şehre girerken artık dayanamayıp annemin kucağında uyuyakalırdım. Sonrasında ise manavdan bir iki kilo sebze meyve, fırından da ekmek alır köy dolmuşunun kalkmasını beklerdik.

Memleket benim için hep toplanma yeri olmuştur. Teyzeler, dayılar, kuzenler, köydeki arkadaşlar, bilcümle akrabalar... Yaz geldi mi gelebilen bir araya gelirdi. Sabah erkenden uyanır inekleri teyzemle sürüye götürür dönerken de onların çocukluğunun geçtiği sokakları anlattırırdım. Gün içinde yerimizde durmadığımız yetmezmiş gibi akşam da elimizde sopalarla yarasa kovalar, sütle kavrulmuş kabak çekirdeğini kabuğuyla yeme yarışması yapar, saat sekiz-dokuz olduğunda da başlardık saklambaç oynamaya. Sonra büyüklerimizin sohbetini dinler köylülerin lakaplarına gülüşürdük. İsmail Kâ, Topal Hüsüğün, Hacirbağam, Cıncığın Hatçe, Topatan Mustafa... Hepsinin ayrı bir hikâyesi var muhakkak ama birinden bahsedeyim. İsmail Kâ dedikleri aslında Kâhya imiş. Lakabı oradan. Kâhya söylemi de zamanla Kâyâ en sonunda da Kâ olmuş. İsmail Kâ dediklerinde hep İsmail YK adındaki grubu düşünür hiç görmediğim o amcayı da onlar gibi deri ceket ve zincirli aksesuarlar içinde hayal ederdim. Çocukluk işte.

Köydeki en can alıcı noktalardan birisi de şüphesiz gömme dolaplardı. Çocukluğunda yolu köyden geçenler muhakkak oyma bir dolabın peşine düşmüştür. Çünkü kilitli o dolabı sadece neneler açabilirdi ve içindeki gizemli dünyaya sadece onlar vakıftı. Her odada olmayan bu dolap takribi altmış cm uzunluğunda ve kırk elli cm derinliğinde olur. Bizim evde de vardı bir tane. Anahtarı anneannemin cebinde mendile sarılı olduğundan çocukken içini hiç göremedim o dolabın. Belki maaştan kalan birkaç lira, kimlik, banka cüzdanı vardı sadece. Bir de gurbetteki evlatların ve torunların vesikalıkları. Çünkü ne zaman ki dolabın anahtarı üzerinde kalmaya başladı, fotoğraflar ortaya çıktı. Aynalara, levha kenarlarına takıldı. Çünkü insanlar bir bir eksilmeye başladı. Anladım ki aslında saklanan, kaybolmasından korkulan eşyalar değil yaşanan güzel günlermiş.

Şimdi memlekete gittiğimde artık anahtarı bile üzerinde olmayan tamamıyla seyrimize sunulmuş o dolabı açar uzun uzun içine bakarım. Bazen bir tespih bazen bir tülbent çoğu zaman da gönlümde tatlı bir iz bırakan onlarca hatırayı bulurum. Zaman geçtikçe ve ben büyüdükçe, geçmişteki güzel günler dolaba sığmaz oldu. 27 yaşımda anneannem oldum. Dolabı başkasının yanında açmıyor, orada gizli bir bahçe büyütüyorum. Bazen o başlıyor ben devam ediyorum, bazen de ben başlıyorum o devam ediyor;

Ben bu dağın ağacıyım, ne tatlıyım ne acıyım, ben Mevla’ya duacıyım, derdim vardır inilerim…


Merve Özkan'ın Yazısı.