Oradan ayrılıp Beyaz Giyenler’in tapınağına gidiyorum. Merdivenlere oturup suya yansıyan görüntüsünü seyrederken ihrama benzer patiskalara bürünmüş yüzü huzur dolu bir adam “Tanrılara arkanı dönmeden otur,” diyerek uyarıyor beni. Yüzümü tapınağa döndüğümde Vişnu’ya secde eden ağızları tülbentle örtülü kadınlar geri geri çıkıyor ardına kadar açık kapıdan. Mother Teresa’yı uyaran İsa gelmiyor yanıma ama onlarca ses konuşuyor kafamda.

Taç Mahal nasıl Agra’ya mührünü vurmuşsa Viktoria Memorial’da Kalküta’nın simgesi. Bu görkemli bina mermer sütunları ve İngiliz mimarisinin etkisiyle tam bir melez. Victoria bu ülkenin kraliçesiyim dese de el koyduğu topraklarda sadece heykelleri gezmiş. Soluk İngiliz güneşinin altında safran ve köri kokusu duymadan, yapış yapış havada hamamdan çıkmış gibi terledikten sonra masala çayının baharatlı tadına bakmadan yönetmiş bu ülkeyi. Pazarda dolaşan İpek sarili, çıplak ayakları teneke yüzüklerle süslü kadınlar onun halkı olamaz, sadece İngiliz askerlerinin ve kendi ülkesinin kraliçesidir o. Akademik eğitim, enstitüler, şık sokaklar, lüks restoranlar yasaktır yerli halka partilere sadece garson olarak girebilen Hintlilere yeni hastanelerin kapısı açılmaz.

Kraliyet ordusu racaların servetiyle ceplerini doldurup bu topraklardan çekilince kadere inanan yumuşak başlı Hintliler bir kere olsun görmedikleri kraliçenin eşyalarını tek tek dizerler müzeye. İngiltere’de çaldığı piyano gelip anıtın en görkemli köşesine yerleşir ve Viktoria etrafı soğuk soğuk süzdüğü heykellerde, konuşulan İngilizce ve eğitim sisteminde varlığını hâlâ sürdürür.

Kimi Silahla, Kimi İncil’le Gelir Bu Ülkeye

Üsküp’te doğan Mother Teresa on dokuz yaşında ayak basar Hindistan’a ve yetmiş yıl fakirleri doyurur, hastaların yaralarını sarar, çocuklara ders verip teneffüslerde onlarla eteklerini kemerine sıkıştırıp top oynar. Binlerce insanın hayatına dokunan Nobel ödüllü Teresa, rahibelerle yaşadığı eve gömüldüğünde dünyanın pek çok yerinden ziyaretçisi olur. Kabri bugün de kalabalık. Manastırda hayat devam ediyor, bulaşıklar yıkanıyor mutfakta, etrafta dolaşan rahibeler parmaklarını dudaklarına götürüp “Sus,” diyorlar türbede konuşanlara ama çocuklar yine de dört dönerek koşturuyorlar ibadet eden sarili kadınların arasında. Dini ne olursa olsun kutsal kişileri ziyaret edip dua ediyor Hindular.

Oradan ayrılıp Beyaz Giyenler’in tapınağına gidiyorum. Merdivenlere oturup suya yansıyan görüntüsünü seyrederken ihrama benzer patiskalara bürünmüş yüzü huzur dolu bir adam “Tanrılara arkanı dönmeden otur,” diyerek uyarıyor beni. Yüzümü tapınağa döndüğümde Vişnu’ya secde eden ağızları tülbentle örtülü kadınlar geri geri çıkıyor ardına kadar açık kapıdan. Mother Teresa’yı uyaran İsa gelmiyor yanıma ama onlarca ses konuşuyor kafamda. Tanrının yemek saati geldiğinde kimse giremiyor içeri.

Bir Ezan Sesine Hasretim

Elimi cebime atıp gezilecek yerler listemi çıkarıyorum. Yarın ziyaret edeceğim Tipu Sultan Camii sırasını değiştirip en başa kuruluyor.

Yeni Bir Gün, Sokaklar Yine Kalabalık

Bir zamanlar ormanın içine yapılan Mermer Saray ve hayvanat bahçesi, şehir büyüyüp bahçe duvarlarına dayandığında binaların gölgesinde kalmış. Kafeslerin çoğu boş ama kuş sesleri avluya açılan yüksek tavanlı odalardan hâlâ duyuluyor. Altın tüccarı Mullick’in yağlı boya tablolar, antikalar ve kristal avizelerle özene bezene süslediği evin şöminesinde bir sincap kraliçenin heykeline şaşkın şaşkın bakıyor. Başka bir semtte Tagore’un evine giriyorum. Duvarlarda el yazısı makaleler, yatağında beyaz bir örtü, camlar açık, bahçedeki çiçeklerin kokusunu içeri taşıyor rüzgâr. Ve bir zamanlar İngiliz emperyalizminden ülkesini kurtarmaya çalışan şairin anılarını ziyaretçilere bırakıp tanrıların doğduğu mahalleye, Kumartuli’ye ayak bastığımda yüzlerce samandan heykel karşılıyor beni. Tanrılar yeni yeni şekillenip güneşte kururken aslanın üstüne oturup fili ayağının altına alan Parvati’yi tanıyorum. Bu ay Şiva’nın eşine adanmış, sokakta sadece ona ait heykeller var. Yolun sonunda tapınağa gitmek üzere hazır bekleyen üç Parvati’nin altın derisi parlıyor. Heykeltıraş son bir kez daha dokunup uzaklaşıyor ve gururla bakıyor yarattığı tanrıçaya.

1814’te kurulan İndian Museum Hindistan’ın en eski müzesi. Spot ışıklar altında milattan önce taşlara kazınmış tanrılar sıralanmış tapınaktaki şaşalı günlerini, çaresiz gözlerle onlara bakan, yalvaran üstelik yalvarırken de kendini kaybederek yerlere atan sadece isteklerini, dünyalık, edepsiz arzularını, utanmadan sıralayan ve kendilerinin bile tanrı olduklarına inanmayan bu hımbıl taşlara hediyeler sunan insanları hayal ediyordu. Avluda gençler çimenlere uzanmış hayran hayran birbirine bakarken içerdeki tanrılar yapayalnız, tablolara resmedilen eski Hindistan’ı izliyorlardı. Cam arasına sıkıştırılmış altın işlemeli minyatürler bir zamanlar okuma yazma bilmeyenlere tarihi anlatan sayfalardı.

Kalküta sokaklarındayım. Koloniyel dönemden kalan kırmızı tuğla binalar Hindistan’ın bir parçası olmuş. Yaklaştıkça ihtişamları sönen yapıların tozlu yıpranmış panjurları aralık. İçerde yüksek tavanlara yakışmayan mobilyalar, bir kız çocuğu yayları fırlamış kanepeye uzanmış saçları yoluk bebeğiyle oynuyor. Radyoda kıvrak bir müzik, yolda eski model Ambassador taksiler. Doğu Hindistan Kumpanyası’nın kurucusu Job Charnock’ un kabrine ve kiliselere girmeden ilerliyorum. Kaldırımda dall* pişiren pakora* kızartan adamların belinde birer lungi* bağlı. Çıplak üstleri terden sırılsıklam. Şişip kabaran şekerli böreklerin kokusu ağzımı sulandırıyor. Diğer tezgâhta ev yapımı sodaya limon sıkıyor genç bir delikanlı. Telgraf ofisinin kulesi karşımda. Ölü mektuplar odasının hala durduğunu söylüyor çalışanlar. Geç kalan, alıcısı hayattayken ulaşamayan bir oda dolusu sahipsiz mektup. Eski yüzyıllık bir fırında oturup latte içerken peçetenin üstüne elli yıl sonra kendime gönderilmek üzere bir mektup yazıyorum. Kahve ve kurabiye kokan ölü bir mektup.

Islak Parmak İzleri

Kırların kokusu taşınmış çiçek pazarına. Kirli, çıplak bacakların üstünde tanrılar için ipe dizilmiş mis kokulu yaseminler sarı turuncu kadife çiçekleri. Eğilip kokluyorum bir avuç gardenyayı. Yaşlı kadının ne dediğini anlamasam da azarlandığımın farkındaydım. Onlar sadece Tanrılar için dedi yanımdan geçen biri oysa ben boynuma bu kolyelerden takmak istemiştim. Kıskandım tanrıları, oturdukları yerde her sabah yıkanıp paklanıp çiçeklerle bezeniyorlardı. Yemek ve uyku saatleri belliydi. Gece oldu mu tapınak sadece onlara ve sincaplara kalıyordu. Şehrin belki de en pis sokağına, nehrin yanına kurulmuştu çiçek pazarı. Derbederlik, açlık, yokluk ve pislik içinde bir renk cümbüşüydü. Kutsal çamurlu sulara renkli sarileriyle girdi kadınlar. Bir köşede çamaşır yıkanırken diğer köşeden açıktaki tuvaletin kiri aktı. Kıyıda çömelip şampuanlanan adamın vücudundan süzülen beyaz köpükler bile yere düşer düşmez kara bej pis bir renge dönüşüyordu. Merdivenlerden yavaşça indim. Belki de ilk defa dokunamadım sulara. Nehirden çıkan küçük çocuk poz verdi objektifime. O kadar mutluydu ki, önce kamerada kendine bakmak istedi sonra teşekkür etmek için suda kalmaktan buruşmuş elini uzattı. Bir kramp girdi mideme, ölü tozu serpilen nehre dokunmamak için bin bir bahane geçti zihnimden. Gülümseyerek elini sıktım küçüğün. Koluma sarıldı, beş parmağının izi çıktı ipek tuniğime. Arabaya kadar yürüdü yanımdan; konuştuk, her cümlesinden sonra Hintlilerin yaptığı gibi boynunu kıvırdı. O gözden kaybolduğunda ıslak mendille ellerimi temizledim. Utancım kapkara oturdu içime.

• Masalayla pişen mercimek yemeği.

• Kızartma börek.

• Erkeklerin bellerine bağladıkları örtü.


Hande Berra'ın Yazısı.