Bir yazarın üslubu nasıl gelişir? Yazarken, kendi üslubumuzu nasıl buluruz?

Yazı hayatının belki en hayret verici hususlarından biridir bu. Hiçbir yazar, yazar olarak doğmadığı gibi, daha yazı hayatının başında kendine has bir üslupla da yola başlamaz.

Başta bizi yola çıkaran şey, içimizde taşıdığımız ama dışa taşımak, paylaşmak istediğimiz duygular veya düşüncelerdir. Uzunca bir süre tereddüt yaşar insan; bir tarafı paylaşması gerektiğini söyler, beri tarafta endişeler ve korkular vardır, hatta o kadar da paylaşılmaya değer olmadığı düşüncesi zaman zaman bizi yoklar.

Neticede, düşünce veya duygularımızı paylaşmak için kaleme sarıldığımızda, o güne kadar okuduklarımız içinde düşünce ve/veya üslubundan özellikle etkilendiğimiz bazı yazarlara öykünürüz, onlar gibi yazmaya çalışırız; yazının girişi, yazıda kullandığımız cümleler, seçtiğimiz kelimeler, yazıda konuyu işleme biçimimiz, son cümle; hepsini oluştururken, özellikle beğendiğimiz yazarların tarzına ne kadar yaklaşabilmişsek o kadar ‘olmuş’ hissederiz yazımızı…

Bir müddet yolculuk böyle devam eder, sonra bu bizi rahatsız etmeye başlar. Bu rahatsızlık çok iyi bir şeydir, hayra alâmettir, çünkü kendi üslubumuzu bulmanın yolu tam da buradan geçer.

Bu süreçten sonra, farklı denemelere yöneliriz. Farklı, mümkün mertebe başkalarının, özellikle de evvelce öykündüğümüz yazarların anlatım biçimine ve üslubuna benzemeyen, olabildiğince özgün olmasına çalıştığımız denemeler… Bu denemelerin önemli kısmı başarısızlıkla sonuçlanır; yazılarımızın çoğunu beğenmeyiz, hatta eski yazılarımızdan daha geriye düştüğümüzü düşündüğümüz anlar olur. Ama eğer ümitsizliğe düşüp ‘benden yazar olmaz’ diye vazgeçmemişsek, belki onlarca farklı deneme içinden biri veya birkaçı biraz daha ‘olabilir’ gibi gözükür. O damardan ilerleriz. O tarzda yazmaya devam ettikçe, kendimizi biraz daha rahat ifade eder hale geliriz; derken, seneler geçmiştir, bir de bakarız ki bizim de kendimize özgü bir üslubumuz oluşmuş. Öyle ki, bir yazıyı alıp okuyanlar, ismimizi görmeden bile yazının girişine, akışına, konuyu ele alış biçimine, seçtiği kelimelere bakarak onun bize ait olduğunu sezebiliyor…

Belki çok basit bir anlatım gibi gelmiştir, ama bir yazar adayının kendine has üslubu olan bir yazara dönüşümü özetle işte bu şekilde gerçekleşiyor. Buradan çıkaracağımız ders ise şu: Üslubu olan bir yazar olmak, her şeyden önce sabır ve devamlılık gerektiriyor. Yine bunun için, başlangıçta yazı yolculuğu ister istemez taklidi de içerirken, ilerleyen zaman içinde kendi ruhuna uygun bir üslubun adım adım inşa olunduğunu görüyoruz.

Ama vazgeçmeyene. Bir, iki, üç denemeden sonra ümitsizliğe kapılıp terk etmeyene… Adım üstüne adım atıp, taş üstüne taş koyabilene…

Yazarın üslup yolculuğu, dünya edebiyatının da en büyük isimlerinden Johann Wolfgang von Goethe’nin “deha”ya dair tarifini hatıra getiriyor. Ona dehanın sırrını sormuşlar da, dâhiyâne bir cevap vermiş: “Dikkat ve sabır.”


Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.