S. Bilgehan Eren

Şimdilerde Z jenerasyonu diye de tâbir edilen gençleri, gençliği konuşuyoruz, sanki bütün suç onlardaymış (yahut harflerdeymiş) gibi. Oysa ilk düşünmemiz, bilmemiz gereken şu: “Hiçbir genç kuşak durup dururken bozulmaz, onları yetiştiren kuşak bozulmadıkça.”

Kültür, insan ve toplum ilişkilerinden tüten, “bütün”ün ifadesidir. Bizi biz yapan şey ile onları onlar yapan şey arasında bir fark vardır. Misal, Batı’yı Batı yapan cevher ile bizi biz yapan cevher farklıdır, farklı olmalıdır. Hayata bakış açımız, hayat tarzımız farklı olmalıdır. Öyle midir peki?.. Eğer bu soruya akıl-kalp dengesi içinde, kesin öyledir diyemiyorsak, şöyle bir tespitle yüzleşmemiz gerekir: “Batı kültür ve yaşayışının ulaştığı her yer Batı’dır.”

İmdi bunu, diğer bir ifadeyle kültür emperyalizminin ulaştığı farklı bir noktayı (ki tarihten günümüze kültür emperyalizminin ilk hedefinin gençler olduğunu da hatırdan çıkarmadan) istidadımız ölçüsünde teşrih masasına yatırmaya çalışalım.

KÜLTÜR EMPERYALİZMİNİN İLK HEDEFİ GENÇLER

90’lı yıllara kadar İslâmî camiada çokça söz edilen, fakat 2000’lerden sonra, Müslümanların kat üstüne kat yapıp, yanına da yat kattığı zaman diliminden, yani Müslümanların dünya nimetlerinden (!) bolca nemalandıkları bir süreçten sonra, birkaç soylu kafadan başka pek de kimse bu konulara girmek istemedi, giremedi. Mevzuunun bir yönü, camianın pek de böyle bir derdi kalmayışı iken, diğer yönü çok daha giriftti. Nesi giriftti? Şuydu girift olan: Kültür emperyalizmi dediğiniz an, “bizim kültürümüz, medeniyetimiz” gibi ayağı yere basmayan laflara değil; bir sistemin karşısına, bütün bir sistem ile çıkmanız gerekmektedir. Bir fikrin karşısına, o fikri her hücresine kadar hesaba çekmiş, eksiklerini bulmuş ve özgün fikrini sistem çapında külliyata dökmüş üst bir dil, üst bir fikir!.. Bu da her kişinin değil, elbette er kişilerin harcıydı.

Mevzuunun görmezden gelinmesinin bir sebebi ise bunun bir kayıp olarak görülmemesiydi. Evet görülmüyordu. Kayıp derken, “bilanço”yu, “kasa hesaplarını” anlayan bir toplum düzeninde, keyfiyetin kaybolması, mânânın kaybolması görülmüyordu. Bu da aslında ta o zamanlardan kültür emperyalizminin ne kadar başarılı olmaya başladığının kanıtıydı.

Daha açık yazalım, para kaybetseydik anlardık, mânâyı kaybettik anlamadık. Kaybı anlamadığımız için acısını duymadık, acıyı duymadığımız için de doktora koşmadık, reçete aramadık. Şimdilerde Z jenerasyonu diye de tâbir edilen gençleri, gençliği konuşuyoruz, sanki bütün suç onlardaymış (yahut harflerdeymiş) gibi. Oysa ilk düşünmemiz, bilmemiz gereken şu: “Hiçbir genç kuşak durup dururken bozulmaz, onları yetiştiren kuşak bozulmadıkça.”

“Bu nasıl gençlik?!.. Bu kuşak deli ya!..” diyenleri duyduk. Çağan Irmak’ın bir filminde geçiyordu, “Dede bu kadın neden deli?” diye soran torununa, dedesi şöyle cevap veriyordu; “Deli değil, aklı karışık.”

Evet, gençlerin aklı da gönlü de karışık. Bu da kendiliğinden olmuş bir şey değil, bizim kayıtsızlığımız, bizim eksikliğimiz. Küçük bir örnek, en basitinden, 60 yıl öncesinden Büyük Doğu Mimarı haykırıyordu; “Makineyi tahakkümü altına alacak bir ruh rejimi lâzım” diye… Bu sesi kaç kişi duydu, kaç kişi içselleştirdi, kaç kişi bu anlamda adımlar attı. Ve bu husus, ferdî de değil, sistem çapında olmalıydı, her şeyiyle… Bugün kalkıp, “gençler sabah uyanır uyanmaz bilgisayarın başına geçiyor, cep telefonunu ellerinden bırakmıyorlar” demek, tüm kabahati onlara yüklemek hangi fikir namusuna sığar. Makineyi tahakkümün altına alacak ruh nizamını tesis etmezsen, makine seni değilse de evlatlarını teshiri altına alır ve öylece arkadan sadece bakarsın. Daha korkuncu, o makinenin kültürü altına girersin. O makineyi üretenlerin kültürü sana hâkim olur. Şimdi kimse çıkıp, “ben çocuğumu koruyorum” falan da demesin, kastımız şahsî değil, bütün hâlinde söylüyoruz. Neticede anlaşılmasını isteriz ki bu bireysel olarak çözülebilecek bir şey değil, kurumsal anlamda çözülmesi gereken bir sorun. Daha doğrusu sorunlardan bir tanesi. Yoksa mesele, “bilgisayar oyunlarıyla bağımlılık mücadelesi” birimleri kurmakla olacak iş değil. İnşallah muradımız anlaşılıyordur.

Altını çizelim, sorun ne cep telefonu, ne internet, ne de Z kuşağı… Sorun kültür emperyalizmi. Üst satırlarda saydığımız onca şey semptomlar. Semptomlar hastalığın kendisi değil, belirtileridir. Sanattan ticarete, hukuktan eğitim dünyamıza, şehirlerimizden yeme-içme alışkanlıklarımıza, teknolojiden evlerimize hatta eşyalarımıza kadar, Batı’dan almadığımız, taklit etmediğimiz ne var?.. Esas sıkıntı para hesabı yaptığımız kadar, kafa hesabını yapamayış oluşumuz, ezcümle olamayışımız.

KAPİTALİZM UYUMAZ

Şunu inanarak dillendirelim, ortada ters giden bir şeyler varsa, bundan hepimiz mesulüz. Uluslararası markalar, pazarlama dünyası, gençler ile ilgili birçok araştırma yapıyorlar. Gayeleri elbette mal ve hizmet satmak. İş dünyası yeni gelen ve gelecek jenerasyonlar için revizyonlara gidiyor. Geçenlerde bir teknoloji firmasının bir araştırmasını görmüştüm, 7-16 yaş aralığını hedef alarak, 1 milyon 600 bin datayı incelemişler. Z kuşağının yüzde 97’sinin YouTube’da varlık gösterdiğini söylüyorlar. Bunu niçin yapıyorlar?.. Onlara ulaşmak istiyorlarsa, klasik mecralardan değil, dijital mecralardan iletişim kuracaklar. İş dünyası tüm stratejilerini bu verilere göre dizayn ediyor. İşte tam bu noktada biz ne yapıyoruz. Daha doğru soru şu aslında; bu durumlar yaşanırken, biz oyun kurucu muyuz, yoksa pasif izleyici miyiz?..

KUŞAKLAR KIRILMALARLA ORTAYA ÇIKAR

Jenerasyon (kuşak) pazarlama dünyasının ortaya attığı bir kavram. Zira piyasa ve pazar araştırmacıları, kütleleri bölerek, mümkün olduğunca homojenleştirip, buna göre stratejik planlar yapma eğilimindedirler. Bu istatistik disiplininin bir gereği. Şimdi bu husus ilmî midir, değil midir tartışması bir yana, pratikte belli karşılıkları olduğu da aşikâr.

Kuşaklar, kırılmalardır. Ekonomik olay, siyasî olay, doğa olayı ve/veya kültürel olay kapsamında ortaya çıkan toplumsal bir kırılma, yani sonrası öncesinden farklı olan ve süren “kalıcı değişim” yeni kuşağın oluşmasını sağlar. Bu geri dönülmez kırılma, ki biz buna kalıcı değişim diyoruz, “tutum ve davranışlarda” kendini belli eder.

“Bu dünyanın her yerinde, herkes için böyle midir” ayrı mesele. Elbette, Angola’da yaşayan 18 yaşındaki yoksul bir gençle, New York’ta yaşayan zengin bir genç aynı değildir, olamaz da. Tek kriter yaş olamaz; kültür, ekonomik seviye, şehirleşme, eğitim gibi birçok faktör söz konusu. Fakat Bolşevik devriminin, İran devriminin, 2. Dünya savaşının, büyük ekonomik krizlerin, yıkıcı depremlerin, ortaya çıkardığı kuşaklar vardır, bu bir vakadır. Örneğin 11 Eylül saldırıları sonrası ABD’de güvenlik ürünlerine talep artmıştır. Alarm sistemleri ve bireysel silahlanmada ciddi artışlar görülmüştür. Lâkin “güvenlik ve korunma” arzusu ile yapılan harcamalar, tüketim kalıbını da değiştirmiştir. Örneğin kondom ve diş macunu satışları da artmıştır. Sadece klasik anlamda anladığımız güvenlik değil, bedenlerinin de güvenliğini düşünür olmuşlardır (bkz. Buy-Ology, Martin Lindstrom, s. 195). Hâsılı tutum (ön eğilim, niyet) ve davranışlar değişmiştir. Zaten ne Amerikan siyasetinin, ne de Amerikan toplumunun 11 Eylül öncesine göre aynı kalması mümkün de değildir. Hatta sadece bu hadise ABD’yi değil, yanı başımıza kadar bizler de dahil olmak üzere, dünyanın büyük bir coğrafyasını etkilemiştir. Dediğimiz gibi, bu kırılmalar birer vakadır. K

ARA TAHTADA BİLGİSAYAR DERSİ

Şöyle bir şerh ile devam edelim. Avrupa’da Rönesans yaşanmıştır dediğimizde, Floransa’da başlayan Rönesans, her yerde, herkes için yaşanmış anlamına gelmez. Da Vinci, Michelangelo sanat eserlerini verirken, aynı anda yahut ondan yüz sene sonra yaşamış, Almanya’nın bir köyündeki bir çiftçi, belki sanatın “s”sinden bile anlamıyor olabilir.

Bu noktada esas dikkat çekmek istediğimiz, genel tanımlardan ziyade, bedahet belirten hususlar. Misal Türkiye’de “walkman”in pilleri bitmesin diye, kalemle teyp kasetlerini sarmış bir kuşak var. Daha sabırlı, daha kanaatkâr, daha kadirşinas… 80’lerin başında İstanbul’un en büyük açıkhava AVM’si Kadıköy Salı Pazarı’ndan bayramlıklarını almıştır (AVM kinayesine dikkat, zira o yıllarda Türkiye’de bir tane bile Alışveriş Merkezi olmadığı gibi uluslararası markalar da yok denecek kadar azdı). YouTube, Netflix falan yoktu… Tek kanallı siyah-beyaz TV’de, “Uykudan Önce” Adile Naşit izleyerek yatağa girmiş, ünlülerin posterlerini duvarlarına asmış bir kuşaktır. (Yeri gelmişken hatırlatalım; bu detaylarla ilgili yıllar yıllar önce bir yazı yazmıştım, bkz. PASPARTU s. 317-320) Bu kuşak, mahallenin abileri kızıyor diye, mahallenin kızlarına bakmamıştır. Her gün bir kıza “like” atmamış, sosyal medyadan takipleşme şansı da olmadığı için, sevdiği kıza da açılamayınca, şiir yazmıştır mesela. Uzaktan da sevmeyi öğrenmiştir. Bu sayede belki de, aşktan anladığı, salt beden değildir. Üniversitedeki bilgisayar dersini, MSDOS komutları yazarak, -Apple’da değil- kara tahta üzerinde yapmıştır. Çocukken eve alınan renkli bir televizyona, bir sene sevinebilen kuşaktır. (Sahi bugünlerde yeni alınan, en son model I-Phone’a; yılı, ayı, geçtik de kaç hafta seviniliyor. Yoksa hafta da değil de, sadece birkaç gün veya saat mi?..)

Teknolojinin içine doğan, Z denilen kuşağı düşünelim bir de lütfen. Ünlülerin posterlerini duvarlarına asmalarına gerek yoktur, tabletlerinden istedikleri kadar görsele ulaşabilirler, hatta istedikleri zaman sosyal medyadan ünlülere cevap yazma, görüşlerini bildirme imkânları bile vardır. Cumartesi geceleri TRT’de yayınlanan Türk filmini uykulu gözlerle beklemelerine de gerek yoktur, istedikleri zaman istedikleri yerde, istediklerini izleme konforuna sahiptirler. (Niçin eski kuşaklara göre daha sabırsız olduklarını, onlarcası bir tarafa, sırf bu örnekten bile anlayabiliriz.)

TEKNOLOJİNİN İÇİNE DOĞAN KUŞAK: Z

Tekrarlayalım bu kuşak, teknolojinin içine doğmuştur. Ve yine tekrarlayalım; bunu sadece bir yaş kırılması olarak ele almıyoruz, “tutum ve davranışlar”daki kalıcı değişimler temelinde vurguluyoruz. Daha 1 yaşına gelmemişken, ellerine kitap almadan, tabletlerle, cep telefonlarıyla tanışmışlardır. Rahmetli anneannem bana çok masal anlatırdı, dizinin dibinde oturup onu dinlerdim. Z kuşağı için bu çok zor. Siz hiç dışarıda, örneğin bir kafede restoranda çocuğuna-torununa masal anlatan ebeveyn gördünüz mü? Tabletler açılıyor, mama sandalyelerinin üzerine konuluyor ve çocuk bir taraftan çizgi filmini izlerken, diğer taraftan yemeğini yiyor. Hatta çoğu zaman bir şey izlemeden de yemiyor.

Marshall McLuhan’ı burada anmak yerinde olur, şöyle diyordu: “Teknolojiler yalnızca insanların kullandığı âletler değil, insanları yeniden icat eden araçlardır.” İşte Z kuşağı… Bu kuşağa, eski kuşakların eğitim-öğretim diliyle yaklaşamazsınız, dinlemezler sizi, daha doğrusu dinlemeleri zordur. Örneğin, bu kuşağa (Z kuşağına) ürün ve hizmet satılmak isteniyorsa, yeni bir dil lazımdır, alternatif mecralardan seslenmek lazımdır. Bunu reklamcılar ve pazarlamacılar çok önceden fark ettiler ve buna göre stratejik planlarını uygulamaya koydular. Hatta son İstanbul seçimlerinde Ekrem İmamoğlu’nun, Z ve Y1 kuşağı için “Ekrem Abi”leşmesi bile, siyasal iletişimciler tarafından kesinlikle özel olarak çalışılmıştı. Bu konuda farkındalığı en düşük kesim ise maalesef İslâmî camia… Bu camia içinde, yeni bir kuşağın, yeni bir iletişim olduğu bile pek anlaşılamamıştır.

Z KUŞAĞININ SEÇİMLERE ETKİSİ

27 Haziran 2019 günü HaberTürk ekranının canlı yayın konuklarından birisi de İstanbul Üniversitesi İstatistik Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Doç. Dr. Haluk Zülfikâr’dı. Yaklaşık kırk dakika süren canlı yayında Haluk Zülfikâr, 23 Haziran seçimleri üzerine, Z Kuşağı’nın nasıl bir siyasî eğilim gösterdiğini, tutum ve davranışlarını, yer yer işin kültür boyutuna ve değişen tüketim alışkanlıklarına da değinerek, araştırma verileri üzerinden aktardı.

Ekran karşısında izleyenler için oldukça mânidardı. Zira bu zamana kadar, gözlem ve sezgi yoluyla farkında olduğumuz bazı gerçekler, verilerle de doğrulanmış oldu.

PROGRAMDAN BİRKAÇ SATIRBAŞI

* Öncelikle programda şu ifade edildi; son yerel seçimde, 1 milyon 156 binin üzerinde genç ilk defa oy kullandı. Bunun çok büyük bir potansiyel olduğu ve bu kitleye ayrı bir siyasal iletişim yapılması gerekliliğine değinildi.

* Muhafazakâr kesim (burada muhafazakâr kelimesi istatistik anlamda kategorize etmek için, yoksa neyi muhafaza ettiği, muhafazakârlığın ne olduğu, İdris Küçükömer’in “Türkiye’de esasında sol sağdır, sağ ise soldur” gibi tartışmalara girmeden devam edelim) çocuklarının üzerindeki etkisini kaybetmeye başlıyor. Çocuk eğitiminde, anne-baba senkronizasyonu zayıflıyor, ikisinin de aynı anda aynı kararı verip yürütmesi zorlaşıyor. Seküler-sosyal demokrat kesimin çocuklarının ise (burada da seküler-demokrat kelimeleri istatistik anlamda kategorize etmek için, bunların da ne kadar demokrat olduğu, yahut demokrasinin ne olduğu gibi tartışmalara girmeden devam edelim) gözünde, anne-baba ortak hareket ediyor algısı var.

* Her iki kesimde de gençler ailelerine “tersine mentor”luk yapıyor; özellikle teknolojik konularda.

* Muhafazakâr kesimde, “tersine mentor”luk siyasî konularda işe yaramıyor. Hatta bazı konularda birleşemeyen anne baba, siyasî konularda ortak karar alıyor fakat çocuklar ebeveynlerini karşılarına almamak için, (bu karşı adaya destek demek değil) ailelerinin mevcut desteklediğine karşı endişelerinin olması sebebiyle sandığa gitmiyor. Son İstanbul seçimlerinde, muhafazakâr kesimin çocuklarının, Z ve Y1 kuşağının, % 32’si sandığa gitmemiş, % 12’si boş oy kullanmış. Seküler kesimde ise sandığa gidenlerin oranı % 92, boş kullananlar ise % 1’den bile az.

* Her iki kesimde de gençler, öncelikle hayatını kolaylaştıracak adaya oy veriyor. Bu kuşak güvence aramıyor, garanti arıyor.

* Aynı SES grubuna ait, iki kesimin gençlerinin de yatak odaları birbirleriyle benzer. Marka bilinirlilikleri, marka tercihleri, satın alma alışkanlıkları, sevdikleri ve sevmedikleri fenomenler, istatistikî olarak neredeyse aynı. Tutum ve davranışlarında belirli bir farklılık yok. Bu durumu Haluk Hoca (mealen); “internet ve teknoloji aracılığıyla sınırlar kalkıyor, lokal kültür kayboluyor, global kültür domine ediyor” şeklinde ifade etti ve ekledi; “küresel kültür sadece ürün yerleştirmiyor, zihinsel yapıları da reforme ediyor. Internet uzaydan gelen bir şey değil, bunu, tutum ve davranışları homojen kılmak, yönetebilmek için kullanıyorlar.”

* Bir önemli başlık da 3 ay kadar süren 2008 ekonomik krizi de dahil, bu kuşak için atlatılamamış bir kriz yok.

ORMANDA ÖTEN KUŞU KİMSE DUYMUYORSA, O KUŞ ÖTMEMİŞ SAYILIR

Bu son teşhis üzerine sanırız şöyle bir yorumda bulunmak hata olmaz. Doğru düzgün bir kriz görmemiş bir nesle, misal, siyasî olarak, “bizden önce sular akmıyordu, her taraf çöp yığınları içindeydi” gibi bir dil kullanmanın pek bir karşılığı yok. O sayılanları hatırlayan benim mesela. İstiklâl Caddesi üzerindeki Galatasaray Lisesi’nin önünde, çöp dağları olduğunu, üzerlerine kireç atıldığını gören benim. 28 Şubat’ı, başörtüsü yasaklarını gören bizim kuşak. Şu an yaşları 18-28 olan gençler değil. Bu gençler için, -detaylıca anlatılmadıktan sonra- bu tip söylemlerin neredeyse bir karşılığı yok. Bu işin edebiyatının sanatının da olmadığı düşünülürse, onlara altyapı olacak bir şey de yok. Örneğin 12 Eylül sonrası, ciddi bir sol edebiyat, sanat vardı. 28 Şubat’la ilgili kaç kitap vardır, kaç film çekilmiştir?.. Ezcümle, söylenen şeyler hiçbir şekilde temellendirmesi de olmadığı için “reel”de karşılıksız kalıyor, al-gı-la-na-mı-yor.

İlim şehrinin kapısı Hazret-i Ali şöyle buyuruyordu: “Çocuklarınızı kendi içinde yaşadığınız günlere göre değil, onların yaşayacağı günlere göre yetiştirin.”

Bu hikmetin bir yönü de sanırız, yeni kuşaklara bir şey anlatmak için, bu kuşağa göre özel çalışmalar yapılmasıdır ki bu da şahsî gayretlerden öte, sonuç alıcı ve gerçekçi olması açısından, kurumsal hedefler anlamına gelmektedir.

“ÖNCE CAN SONRA CANAN” DEĞİL, EVVEL DÂVÂ ÂHİR DÂVÂ

Bir taraftan değiştiren ve dönüştüren teknoloji, bir taraftan kültür emperyalizmi, bir taraftan bunlara bağlı olarak ailelerin gençler üzerindeki etkisini kaybetmeye başlaması, bir taraftan da tüm bunları dikkate almadan yapılan eğitimden siyasete kadar (siyaset derken, dar bir kalıpta söylemiyoruz, sadece salt parti değildir kastımız) birçok sahada yapılan hatalar, üzerine AŞK, VECD, DÂVÂ AHLÂKI da pörsümeye başlayınca, muhafazakâr mahalleyi büyük sıkıntılar bekliyor.

Hasılı bir yanlış varsa, bunun baş sebebi bizleriz, önceki kuşaklar. Mücahitken ehl-i dünya olmuş bir adamın çocuğuna, “Vay sen niçin Akıncılar şuurunu taşımıyorsun” diye sorulamaz. Zira babası o akınları artık sadece para piyasası üzerine yapmaya başlamıştır. Gençler de ne görüyorlarsa o kadar işte…

MELÂLİ ANLAMAYAN NESLE ÂŞİNA DEĞİLİZ

Bitirirken genç kardeşlerimize de bir hatırlatmada bulunmak istiyoruz. Şöyle diyordu Ahmet Haşim:

“Melâli anlamayan nesle âşina değiliz.”

Melâl; dert, hüzün demek. Derdimizi, dâvâmızı anlayacaklarladır işimiz. Günübirlikçilerle değil. Bu noktada, aslan payı büyüklere ait olsa da, gençliğe de görevler düşer. Neticede “armut piş, ağzıma düş” anlayışıyla varılacak esaslı bir istikâmet yoktur. Büyük dâvâların manivelası mefkûreci ahlâkıdır. Bu ahlâkın özü de, Üstad Necib Fazıl’ın Gençliğe Hitabesi’nde altını çizdiği; “Kim var diye seslenildiğinde, sağına soluna bakınmadan ben varım cevabını vermek, benim olmadığım yerde kimse yoktur” şiarını bayraklaştırmak ve “evvel dâvâ, âhir dâvâ” anlayışını bünyeleştirmektir.

Allah’ın selâmı, “Zaman bendedir ve mekân bana emanettir” şuurunda olan, ebedî gençlerin üzerine olsun…


GENÇ'ın Yazısı.