Stockholm Sendromu nedir? Adını hangi olaydan almıştır? Sebebi nedir? Hangi gruplarda ve hangi durumlarda görülür? Tedavisi mümkün müdür? Gündelik hayata nasıl yansır? Gerçek hayattan ve ekrandan örnekler hangileridir? Bu soruların cevapları ve daha fazlası Stockholm Sendromu dosyamızda yer alıyor.

Stockholm Sendromu Nedir?

İnsanın kendisini sıkıntıya sokan şartları normal görmeye başlaması, benimsemesi hatta savunması; müşkül duruma düşmesinin sebeplerini idrak edemeyerek zaman içinde kendisini zor durumda bırakan, acı veren, ezen, üzen kişiyi ya da şartları haklı bularak onların yanında olmasıdır. Kısaca bu şekilde tanımlanan Stockholm Sendromu’nu bizler daha çok izlediğimiz filmlerden hatırlıyoruz. Aslında sendromun nerede nasıl ortaya çıktığına baktığımızda ilginç bir olayla karşılaşıyoruz.

Stockholm Sendromu’na Hangi Olay Adını Vermişti?

Stockholm Sendromu 1973 yılında İsveç’in başkenti Stockholm’de yaşanan bir banka soygunu olayından adını alıyor. Banka soyguncusu tarafından yaklaşık altı gün boyunca rehin tutulan banka görevlisi bir kadın bu altı gün içinde soyguncu ile özdeşim kuruyor ve sonuçta suçluya duygusal olarak bağlanıyor. Yaşanan bu duruma tanı koyan psikiyatr ise Bejerot oluyor.

Olayın detayları çok daha ilginç. Bankayı soymaya kalkışan soyguncular dört banka görevlisini altı gün rehin alıyorlar ve bu süre zarfında banka görevlilerine gayet iyi davranıyorlar böylece aralarında sıcak bir ilişki kuruluyor. Banka görevlileri polisin operasyon düzenleyeceğini fark ediyorlar ve soyguncuları uyarıyorlar. Adeta yakalanmamaları için yardım ediyorlar. Yakalandıklarında ise rehin olan banka görevlileri mahkemede soygunculardan şikayetçi olmak şöyle dursun onların avukat paralarını kendi aralarında topluyor ve soyguncuların lehine ifade veriyorlar. Dahası rehinelerden bir kadın nişanlısından ayrılarak ilgi duyduğu bir soyguncu ile evlenmek istiyor ve hapisten çıktıktan sonra evleniyorlar. Bu olay o dönemde “soyguncular bankadan para çalamadılar ama bazı insanların kalplerini çaldılar.” şeklinde yorumlanarak haber oluyor.

Önemli Bir Örnek Daha

Sendromun tanımlandığı ve adını aldığı asıl olay bu banka soygunu olayı. Fakat bundan sonra da çok çeşitli örnekler yaşanmış. En meşhur örneklerden birisi Patty Hearst isimli milyoner bir kadın teröristler tarafından kaçırılıyor. Psikolojik ve eşitli işkencelere maruz kalıyor. Aradan iki ay geçtikten sonra bir bankla soygununda kendisini kaçıran teröristlerle beraber iş birliği içinde yakalanıyor. Patty’nin avukatları mazeret olarak Stockholm Sendromu’nu öne sürseler de mahkeme tarafından kabul edilmiyor ve hapse atılıyor. Mesele sadece banka soygunu da değil, Patty’nin söylemleri ve tercihlerine bakıldığında örgütün gönüllü bir üyesi olduğu hatta örgütten birisi ile nişanlandığı görülüyor.

Stockholm Sendromu’nun Altında Travmatik Bağlanma Yatıyor

Stockholm Sendromu ’nu ortaya çıkaran en önemli sebeplerin başında esir alınma süresi ve yoğunluk derecesi yer alıyor. Rehin alınan kişinin doğal ortamından psikolojik uzaklığı, çaresizlik hissi, izolasyon hali gibi diğer önemli sebepler de sendromun ortaya çıkmasına zemin hazırlıyor. Baskı kuran kişinin bir iyi bir kötü muamelesi sebebiyle tutarsız davranışları, rehin alınan kişinin ters bir şey yaparsam zarar görürüm düşüncesi, suçluyu kızdırmama endişesi birleşiyor ve geçen süre içinde suçlu ile rehine arasında bir özdeşleşme ortaya çıkıyor. Birlikte olunan zaman uzadıkça da rehineyi o duruma zorlayan sebepler rehine tarafından unutuluyor ve güçlü olana hayranlıkla beraber bağlanma başlıyor. Bu bağlanma travmatik bir bağlanma örneği oluyor. Esasında bir savunma mekanizması, başa çıkma mücadelesi olarak adlandırılabilir. Travmatik bağlanmanın ardından ise Stockholm Sendromu görülüyor.

Travmatik Bağlanmanın Belirtileri Neler?

Öncelikle küçük bir iyiliğe bile minnet duymak. Şiddete maruz kaldığını inkâr etmek. İstismar eden kişiye öfke duyduğunu reddetmek. İçinde bulunduğu durumdan dolayı ezilen kişinin kendisini suçlaması. İstismarcının ihtiyaçlarını önemsemek ve kendisine iyi davransın diye onun istediklerini memnuniyetle yapmak. Zaman içinde kendi bakış açısını kaybetme ve olayları durumları suçlunun gözünden değerlendirme. Suçluyu iyi birisi hatta kurban olarak görme. Kendini öldürmediği için istismarcıya minnet duymak.

Hangi Gruplarda Görülür?

Sendrom bir kaçıran kaçırılan arasında yaşanan empati ve sempati durumunda ortaya çıksa da aile içi şiddet gören, cinsel, fiziksel ya da psikolojik istismara uğrayan, dini ve siyasi baskılara maruz kalan, savaş mağdurları, ensest kurbanları, toplama kampı esirleri gibi çeşitli gruplarda görülüyor.

Stockholm Sendromu’nun Tersi: Lima Sendromu

Stockholm Sendromu ile aynı şartlarda ortaya çıkan Lima Sendromu’nda da rehin alınanlar ve rehin alanlar baş aktör. Fakat Lima Sendromu’nda suçlular rehinelere bağlanırlar, kurbanlarla duygusal ilişkiye girerler. 1996 yılında Peru’nun Lima şehrinde Japon rehine krizi sonrası bu isim kullanılmaya başlanmış.

Nasıl Tedavi Edilir?

Stockholm Sendromuna yakalanan kişiler için bir uzman yardımı şart. Baskıcı kişi ya da kişilerin hizmet ettiği amaç ile ilgili farkındalık oluşturmak, güven duygusunun tesisi, destek grupları uzmanlar tarafından ilk etapta yapılması gerekenler arasında sayılıyor.

Öğrenilmiş Çaresizlik

Kişinin geçmişte yaşanan tecrübelere dayanarak başarısızlığa uğrayacağını düşünmesi, hangi yolu denerse denesin sonuca ulaşamayacağını en baştan kabullenmesi durumuna öğrenilmiş çaresizlik deniliyor. Stockholm Sendromuna mercek tutarken öğrenilmiş çaresizlik durumuna da göz atmak gerekir. Çünkü uzun süreli çaresizlik hali insanın karar verme, sağlıklı düşünme, problem çözme, planlama, çözüm üretme, yargılama, olumsuzluklarla mücadele etme, değerlendirme gibi bilişsel özelliklerine ket vuruyor. Dolayısı ile muhakeme yeteneğini kaybeden kişi çözüm yolları bulmak yerine ne yapsam başarılı olamayacağım diyerek içinde bulunduğu durumu kabulleniyor. Bu kabul edişin peşinden yaşadığı şartları sindirerek empatiye oradan da sempatiye doğru yol alıyor. Sonuçta Stockholm Sendromuna kapı aralamış oluyor. Öğrenilmiş çaresizlik de travmatik bağlanma gibi Stockholm Sendromunun sac ayaklarından birisi olarak görülüyor.

Celladına Aşık Olmak

“Celladına âşık olmuşsa bir millet

İster ezan ister çan dinlet

İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet

Müstahaktır ona her türlü zillet.”

Ömer Hayyam’a atfedilen bu dizeler yazılalı neredeyse 1000 yıldan fazla olmuş. Adı henüz Stockholm Sendromu olmasa da celladına âşık olmak gerçekliği insanoğlunun yaratıldığı günden beri süregelmiş.

Sadece insanların değil toplumların da cellatlarına âşık olması vakıa olarak duruyor. Geçmişten günümüze toplumları birbirlerinin milli ve manevi değerlerine kastetmesi, adaletine, hürriyetine, temel hak ve özgürlüklerine el koymuş baskıya, zorbalığa maruz kalanlar zaman içinde baskı kurana boyun eğmenin yanında sempati beslemeye başlamıştır. Hatta celladına muhabbet duymuş, onun gibi yaşamayı, düşünmeyi, konuşmayı hayat tarzı haline getirmiştir. Refleksleri değişmiş. Vaktiyle mücadele ettiği hususlarda şimdi kendisi zorba taraf haline gelmiştir. Bu konuda pek çok yazı kaleme alınmış, yazılmaya devam edecektir.

İlhami Pektaş bu konuyu gayet net ifadelerle kaleme alan isimlerden birisi.

Dünyanın pek çok yerinde celladına aşık, Stockholm Sendromuna maruz insanlar ve toplumlar bulunmaktadır. Alman sosyolog, filozof ve besteci olan Adorno, İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamış bir insan olarak, celladına aşık insan ve toplumları şöyle tanımlamıştır: “Baskı belli bir yoğunlukta ve sürekli olursa, mazlumun tek kurtuluşu zalime, yani celladına aşık olmak olur. “

Bugün dünyada örneklerine sıkça rastladığımız ABD gibi emperyalist toplumlar ve baskıcı yönetimler bu yöntemi çok iyi kullanarak ele geçirmek istedikleri toplumları bir yandan borçlandırarak, bir yandan iç çatışmalar çıkararak, kendi kültürlerini aşılayarak, bir yandan da onları silahlandırarak ve sonrasında da özgürlük getirme vaadiyle o bölgenin toplumlarını parçalayarak celladına aşık olma durumuna getirmektedirler. Celladına aşık olan toplumlarda cellat emperyalist ülkelerin kültürünü, teknolojisini, silahlarını, yiyecek, içecek, giyecek vb. ürünlerini kullanarak mutlu olmaktadır.

Gündelik Hayat Tecrübelerinde Stockholm Sendromu

Stockholm Sendromu denildiğinde her ne kadar yıllar önce gerçekleşen banka soygunu örneğinden, filmlerden, kitaplardan söz etsek de bu sendrom illa kaçırılma, rehin alınma, esir tutulma gibi fantastik durumlarda ortaya çıkmıyor. Sonuçta kendimiz ya da yakın çevremizden birileri her gün kaçırılmıyor öyle değil mi?

Peki günlük yaşantımızda Stockholm Sendromu yaşayan insanlar var mı? Kimler bunlar? Hangi durumlarda bu sendroma giriyorlar? Bu soruların cevaplarını ararken karşımıza ilk olarak aile içi şiddete maruz kalan kadınlar çıkıyor. Kocasından sözlü, fiili ya da psikolojik şiddet gören; hayatını sürekli kısıtlama ve denetim altında yaşayan ancak dışarıdan herhangi bir müdahaleyi kabul etmeyen kadınlar Stockholm Sendromuna yakalananlar arasında kabul ediliyor. Çünkü bu kadınlar kendilerine yardım etmek isteyenlere içinde bulundukları zor duruma rağmen “dövüyor ama çok da seviyor” gibi cümlelerle karşılık veriyor. Kendilerini çok sevdiklerini düşündükleri bu insanlar için ne gerekirse yaparım, acı çekmem lazımsa acı çekerim gibi bir psikolojiye giriyorlar. Bunun temelinde o kişinin çocukluktan gelen sevgiye ve bağlanmaya muhtaçlığı ortaya çıkıyor. İlişkilerinde kendisini bir daha kimsenin sevmeyeceği korkusuyla bulunduğu zor şartları sevimli hale getiriyor ve aslında her şey normalmiş gibi algılatıyor.

Kurumsal Stockholm Sendromu

Yine günlük yaşantıdan pek çok örnek dikkate değer. Mesela bir insanın iş yerinde patronundan ya da başka bir amirinden çeşitli kısıtlamalara, zorbalıklara, baskılara, haddinden fazla denetime, mobbinge, rahatsız edici hal ve hareketlere maruz kaldığı halde zaman içinde bu rahatsızlıkları göz ardı etmesi hatta üssü olan bu kişiyi anlaması, onun bu davranışlarını haklı bulması üstüne üstlük muhabbet beslemeye başlaması, ilerleyen zamanlarda onun pozisyonuna geçersem ben de onun gibi olacağım diyerek idol haline getirmesi yaşanmamış hadiseler değil. İşte buna da Kurumsal Stockholm Sendromu deniliyor. Kurumsal Stockholm Sendromunda çalışan kişi çalıştığı kuruma duygusal olarak bağlanır. Rehinelik örneği ile mukayese ettiğimizde de işveren, çalışanların kariyerlerini ellerinde tutuyordur. Çalışanların kaderleri iş sahibinin elindedir. Maaşlarını yatırmak, terfi ettirmek ya da işten atmak işverenin elindedir. Dolayısı ile ne kadar zor durumda bırakırsa bıraksın patronlar haklıdır, kurum kültürü için acı da olsa yapıp ettikleri gereklidir, işte bu tam da örnek alınacak davranıştır.

Halkın İradesine Stockholm Sendromu Denilen Yer: Siyaset

Stockholm Sendromu geçtiğimiz yıllarda siyasette de tartışma konusu olmuştu. 2011 yılında yine bir seçim sonrası CHP lideri seçim sonuçlarını değerlendirirken AKP’ye oy veren kesim için Stockholm Sendromuna tutulduğunu ifade etmişti. Halinden memnun olmayan vatandaş güç algısından dolayı AKP’ye ümit bağlıyor diyerek milletin iradesine sendrom olarak yaklaşmıştı. Bu benzetmesine çeşitli siyasilerden de halktan da tepki almıştı CHP lideri. Ne diyelim, siyasette itham da reddetme de bitmez. Stockholm Sendromu deyince siyasi hafızamız rahat bırakmadı, aklımıza gelmişken sizlerle de paylaşalım istedik.

Bir Başka Boyuttan Stockholm Sendromu

Stockholm Sendromuna farklı bir boyuttan bakmak da mümkün. Esir alan ve esir olan pozisyonunda bulunmak sadece banka soygunu, savaş, aile ilişkileri ya da toplumsal aktörlerle olmuyor. İnsanoğlu başkalarıyla yatay ilişkileri yanında bir yaratıcısı ile dikey ilişkiye sahip. Rabbiyle irtibat kurduğu bu dikey ilişkide yaratıcısının insana verdiği emirler ve koyduğu yasaklar var. Mesela hevâ ve hevesinize esir olmayın, şeytana uymayın diyor yüce yaratıcı. Neden böyle diyor? Çünkü insan şeytanın ya da nefsinin kendisinin baş düşmanı olduğunu bildiği halde mücadele etmeyi bırakarak onun hükmü altına girmeye meyyaldir. Çünkü hevesleri ve şeytanın fısıltıları onu zarara götürecek olsa bile tatlı gelir. Ve bir iki üç derken zaman içinde nefsine râm olmuş bir insan modeli çıkar ortaya. Sonuçta baş düşmanı olan şeytana ve nefsine âşık olmuş, onları memnun etmek için ne gerekiyorsa yapmış, her istediğini yerine getirme uğruna tüm hayat sermayesini yakmış yok etmiş bir aldanışa sürüklenir. Kendisine baskı kuran, eziyet eden karaktere âşık olmak değil miydi Stockholm Sendromu? O zaman insanın nefsine ve şeytanına aklını ve dahi gönlünü kaptırmasını da Stockholm Sendromu kapsamında değerlendiremez miyiz?

Bu durumu Mevlâna hazretleri kuzunun kurda âşık olması diyerek ifade etmiş. Gerçekten harika bir benzetme. Bu konuyu Osman Nuri Topbaş Hoca Efendi’nin kaleminden bir pasaj ile açmak mevzuunun hakkını vermek açısından daha isabetli olacaktır.

Hazret-i Mevlânâ, insanın bu garip aldanışını da şu teşbih ile îzah eder:

“Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zira kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda sevdâlanıp gönül kaptırmasıdır.”

Gerçek mü’min, mahlûkâtın en şerefli varlığıdır. O, muhabbet sermâyesini yanlış kullanarak bu şeref ve haysiyetini kaybedecek derecede alçalamaz. Bir yudumluk dünya lezzetine aldanacak kadar küçülemez. Maddî yapısının hevâ ve heveslerini tatmin etmeyi, gerçek saâdet zannetme sefâletine düşmez.

Âyet-i kerîmede buyrulur “(Rasûlüm!) Hevâsını (nefsânî arzularını) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?..” (el-Furkan, 43)

Hadîs-i şerîfte ise “Yeryüzünde tapılan sahte tanrılardan Allâh’ın en çok buğz ettiği, hevâ ve hevestir.” buyrulur. (Heysemî, I, 188)

Zünnûn-i Mısrî Hazretleri de muhabbet ve buğzu doğru kullanmanın yolunu şöyle îzah eder:

“Allâh’ın dostu olup nefsin hasmı olmak gerekir; nefsin dostu olup Allâh’ın hasmı olmak değil!”Yani Allâh’a dost olmak için, nefsin esâretinden kurtulmak gerekir. Diğer bir ifâdeyle, nefsin arzularına mağlup olmamalı ki, Hakk’ın dostluğuna erilebilsin.

Fakat îmânın rehberliğinden mahrum bir şekilde, muhabbetini nereye hasredeceğini bilmeyen kimse, okyanus ortasında dümeni kırılan bir gemi gibidir. Nefsânî yaldızlar, onu peşinde sürükler durur. Aklı, iz’ânı, vicdânı dumûra uğratır. Zira hak ile meşgûl olmayan kalbi, bâtıl işgâl eder. Tıpkı düşman istilâsına uğramış bir ülke gibi, süflî muhabbetlere esir olmuş bir kalpte de huzur kalmaz.

Îman izzetine ters düşen muhabbetler, mü’minin kendisiyle çatışmasına, îmânını zedelemesine, hattâ inkâr bataklığına düşmesine bile sebebiyet verebilir. O hâlde, nasıl ki midemize kirli ve haram bir lokma girmemesi için dikkat ediyor isek, lâyık olmayan muhabbetleri gönle sokmamak husûsunda da aynı hassâsiyeti göstermemiz gerekir.

Stockholm Sendromu’na Ekrandan Örnekler

Stockholm, King Kong, V For Vendetta, Mad City, Güzel ve Çirkin, Buffalo ’66, Köpeklerin Günü gibi filmler Stockholm Sendromunu konu alan filmler arasında sayılıyor. İzlenme rekorları kıran La Casa de Papel de doğrudan olmasa da çeşitli sahnelerinde Stockholm Sendromu yaşayan karakterler barındıran dizilerden görülüyor.

Türk sinemasında pek çok filmde kaçıran ve kaçırılan arasındaki duygusal bağ konu ediliyor. Emel Sayın’ın başrol oynadığı Mavi Boncuk, Kadir İnanır’ın Fırtına ve Yaban, Cüneyt Arkın’ın Gırgır Ali gibi filmleri bazı örnekler. Ayrıca Kemal Sunal filmlerini izleyenler Kapıcılar Kralı filmini hatırlayacaktır. Kocasından sürekli şiddet gören kadının çığlıklarına apartman sakinlerinin koşması üzerine kadının “kocamdır, döver de sever de” diyerek insanları uzaklaştırması da Stockholm Sendromuna bir örnektir.


Ayşe Yazıcılar'ın Yazısı.