Her bayram tekrarlanan, benimse kabullenemediğim bir ifadedir, “Nerede o eski bayramlar!” cümlesi… Bence eskiyen bayramlar değil, insanlar… Ancak hiçbir zaman değişmeyecek olan tek şey, çocukların yüreğinde oluşan bayram sevincidir. Bu sebeple aynı tadı alamıyor olmamızın yegâne sebebi; artık çocuk olmayışımızdır…

Çocukluktan eser kalmamış ama hâlâ çocukların gözlerinin içine bakıp, kendi çocukluğundan bir şeyler arayan bu meraklı halimle, yine bir bayram sabahı yeni elbiselerine sevinen çocuklar gördüm ve çok eskilere gittim bir anda… Bu hikâyemiz de tam burada başlasın o hâlde:

Birçoğumuzda olduğu gibi, bizde de her yıl bayramlarda yenilenirdi kıyafetlerimiz. Yanlışlık olmasın, öyle her iki bayramda da değil elbette, kimimize Ramazan Bayramı’nda, kimimize Kurban Bayramı’nda sıra gelirdi… İşte o yıl bayram benim için yine çok özeldi, zira sıra yine bana gelmişti. Genelde yıllanmış bir efsane olarak bilinen; arefe günü yatağın başucuna koyulan elbise ve ayakkabı geleneği, benim için anılarımın net karelerindendir… Gece yer yatağında tespih tanesi gibi dizilmiş sabahı beklerken, heyecandan uyuyamazdık… Yine sabahı zor ettik tabii ki… Bu uzun gecenin sabahında bayram namazı için hazırlıklar başlamıştı. Ancak ben kimseye diyemesem de elbiseleri giymeye kıyamıyordum. Hele ayakkabıları hiç sormayın… İki sebepten ötürü babama, “Namazdan gelince bayram başlar değil mi baba? Ben o zaman giyeyim bunları…” dediğimi hatırlıyorum. Birincisi ayakkabıyı kalabalık cami çıkışında bulamazsam korkusu, ikincisi ise arkadaşlarım görürse yeni olduğunu anlarlar kaygısı… Şimdi size saçma geldi değil mi ikincisi?.. Şöyle açıklayayım; özellikle yeni bir ayakkabı giydiğimde hemen üzerini toza bulardım ki, arkadaşlarım yeni olduğunu anlamasın. Yok, yok öyle düşündüğünüz gibi değil, çok ulvi hasletlere falan sahip değildim. Sadece utanıyordum sebebini bilmediğim bir şekilde… Hatta şimdilerde bile, ayakkabılarıma özen göstermeme rağmen, yeni aldığım ayakkabıları muhakkak birbirlerinin üzerine basmak sureti ile kendimce kirletmeye çalışırım.

Her neyse, babam bu garip soruma her defasında annemin titizliğini de düşünüp, “Tamam eve gelince giyersin!” diye cevaplar, içimi rahatlatırdı. Aslında mantıksız olduğunu her defasında bilmeme rağmen, bu anlamsız isteğime bir dayanak arıyor ve kendimce sağdan soldan destek almak için girişimde bulunuyordum. İşte o bilinçli desteği de alıp, kendimi rahatlattıktan sonra doğru arka sokağımızdaki camiye bayram namazına… Elimizde seccadeler var, kalabalıktan yer kalmaz düşüncesi ile… Ancak her defasında yer bulsak bile avluya serdiğimiz, “Madem getirdik, kullanalım o halde!” diyerek, üzerinde gülüştüğümüz seccadelerimiz…

Bayram namazı sonrası herkesin birbiri ile kucaklaşması eve dönmemizi geciktirse de, mahallenin çocukları olarak bir arada olmaktan keyif alırdık. Çocukların bazıları bayramlık giymiş, bazıları ise alınamamış olmasından kaynaklı hüzünlerini bastırmak için diğerleri ile bir bakıma zorunlu olarak dalga geçmekte!

Eve döndüğümüzde heyecanım biraz daha artmıştı. Çünkü evde bayramlaşma tam da bu vakitte yapılırdı. Ben de yeni bayramlıklarımı giydim ve bayramlaşma faslı sonrası kendimi mahallemizin tozlu yollarına attım. İlk gün benim için çok ama çok önemlidir. Zira annem aşırı derecede titiz olduğundan, ikinci gün aynı kıyafetleri giymemize izin vermezdi. Daha doğrusu bu bizim yaşam biçimimiz olmuştu. “Dışarı çıktığın an kirlenmişsindir!” önermesi biz de yerleşik bir kabullenmeydi. O sebeple bizim yeni bayramlıkların ömrü uzun değildi. Her defasında dışardan eve geldiğimizde merdanelide anında yıkandığından çabucak eskiyecekti zaten… Neyse bu düşüncelerle canımı sıkmamalıydım ve bu günün tadını çıkarmalıydım. Tam dışarı çıkmıştım ki, mahallemizin biz çocuklara göre en yaşlısı olan Ayşe Nine evinin kapısında belirdi. Titrek sesi ile “evladım, gel bi yardım et bana, hadi şunları bi dışarı at!” diye seslendi.

Ayşe Nine’nin dışarı atmamı istediği, evinde bir süredir biriktirdiği çöpler… Elbette bu isteğini geri çeviremem ama bir yandan da bir korku almıştı beni. Ya annem görürse beni bu halimle? Şimdi beni görse eve çağırıp üzerimi başımı değiştirir. İyi de bunlar bayramlıklarım ve özenle giyindim bunları ben… Hatta banyoda abimin fırça tarağı ile saçlarımı bile taramıştım yahu…

Çaresiz ve ürkekçe aldım çöpleri, bahçenin ön tarafına bırakıverdim. Etrafa bakındım, “Şükür kimse görmedi!” diye düşünürken annemi pencerede gördüm, göz göze geldik… O an çaresizce “Ne yapsaydım?” der gibi ellerimi iki yana açtım. Eve döndüğümde benim için kaçınılmaz olan son ile buluştum. Yeni bayramlıklarım ile evde oturamayacaktım, çünkü adım atar atmaz değiştirmek durumundaydım. O eski merdaneli makinede dönüşünü bir görecektiniz bizim yeni bayramlıkların…

Ancak hiç vazgeçmedim Ayşe Nine’ye yardım etmekten. Varsın değişsin her defasında üstüm başım, o yaşlı kadının yanaklarımı buruşuk elleri ile sevip, “Allah senden razı olsun çocuk, sevenin çok olsun senin!” deyişi hep kulaklarımda…

Şimdi belki otuz yıl geçmiş bu meselenin üzerinden ve ne bayramlık sevinçlerim kalmış, ne de Ayşe Nine… Ve giyebileceğim o kadar çok kıyafetim var ki… Peki, mutlu olamayışımızın sebebi nedir, eksik olan ne?

Beni hâlâ heyecanlandıran tek şey, gözleri bayramlarda ışıl ışıl olan çocuklardır... Biz “Nerede o eski bayramlar?” derken aslında çocukluğumuzu, annelerimizi, Ayşe Nine’yi, belki o saflığımızı, temiz kalplerimizi özlüyoruz… Mesela ben bu sabah elbisesini yatağının yanına koymuş bir çocuk gördüm, mutlu oldum, umut doldum… Eminim çocuk yüreğinde onun için bayram hâlâ o eski günlerdeki gibi…

Hâsılı, tüm özlemlerimiz; adını koyduklarımız ve koyamadıklarımız, aslında hepsi tek bir yere ait. Biz hiç bilmediğimiz ama çok görmek istediğimiz o yerleri özlüyoruz. Hırs, haset, kin, nefret, samimiyetsizlik o kadar ele geçirmiş ki bizi, huzur bulamıyoruz bu yerde…

Sonra düşünüyorum, “Burası cennet değil yahu, burası dünya!” diye mırıldanıyorum… Rahatlıyorum ve tüm özlemlerimizin son bulacağı, sonsuz huzura kavuşacağımız o yerlerin hasreti ile derin bir nefes alıyorum…


Emre Topoğlu'ın Yazısı.