Niyetiniz sahih ve ameliniz salih oldukça, Allah adımlarınızı bereketlendirecek, nâmınızı mü`min kullarının gönüllerine yerleştirecek ve ardınızda hayırlı bir iz bırakma imkânını lutfedecektir.

​Rasûlullah Efendimiz`in, kendisinden sonra Müslümanlara siyasî anlamda liderlik etmesi için yerine neden birini bırakmadığını ve net bir isme neden işaret etmediğini hep düşünmüşümdür. Sorumun cevabını bulabilmek için epey kaynak karıştırdım, temel metinleri ve İslâm tarihi eserlerini taradım. Hiçbirinde açık ve somut bir açıklama yok. Bazı ima ve yorumlardan çıkarabildiğim sonuç şu: Sahabeyi öylesine iyi yetiştirmiş, onlara istikameti öyle sarih biçimde tarif etmiş ve karar alma mekânizmasını öyle sağlam kurmuş ki, muayyen bir şahsı tayin etmeye gerek görmemiş. Adeta, “Ümmetim işini bilir, kendi maslahatı doğrultusunda en ehil ismi seçer” diye düşünmüş. ​

Efendimizin sahabeyi yetiştirme usulüne yakından baktığımızda, karşımıza çıkan en net ilke şu: Herkesin, tek başına kalsa bile yolundan şaşmayacak biçimde müstakim ve kendi kararlarının sorumluluğunu bizzat üstlenecek şekilde müstakil olması. Bunu o kadar önemsemiş ki, istihare ve istişare süreçlerini ayakta tutmak için her fırsatı kullanmış. Örneğin, Uhud`da istişare sonucuna razı olmuş, iki yıl sonra Hendek`te -Uhud`daki neticeye rağmen- yeniden istişare meclisi kurmuş. “Sizi dinledim, sonucu gördük. Bu sefer ben konuşacağım, itiraz istemiyorum” dememiş. Ve Hendek Savaşı`nda da yine yapılan tavsiyeye uymuş. Her konuda açık açık konuşturmuş sahabeyi, fikirlerini sormuş, vahyin kayıtlamadığı mevzularda itirazlarını dinlemiş, makul önerilerde sahabeye tabi olmuş, onları sürekli “en doğruyu” bulmaya ve etki altında kalmadan karar almaya teşvik etmiş. Siyer`de bunlara dair sayısız örnek mevcut. ​

Tüm bunların neticesi olarak, Rasûlullah`ın yetiştirdiği nesil, nereye giderse gitsin, taşıdığı güzellikleri ve sahip olduğu ufku oraya taşımış. İmamlık, komutanlık, davaya neferlik, insanlar arasında hakemlik, bilgi ve marifette derinlik... aynı şahısta bir araya geldiği için, ayak bastığı yerleri yeşertmiş, oraları mayalamış. İslâm tarihinde aynı yöntemle yetiştirilen nice nesiller, daha sonraları onların izini takip ederek, o misyonu yerine getirmeyi başarmış. ​

Kur`ân-ı Kerîm de, “tek başına ümmet” olarak takdim ettiği Hz. İbrahim`i önümüze bir örneklik olarak yerleştirerek, şu mesajı verir hepimize:

​Sırât-ı Mustakîm`de yürürken, kaç kişi olduğunuza bakmayın. Tek başına bile kalsanız, ısrarla ve sabırla yola devam edin. Niyetiniz sahih ve ameliniz salih oldukça, Allah adımlarınızı bereketlendirecek, nâmınızı mü`min kullarının gönüllerine yerleştirecek ve ardınızda hayırlı bir iz bırakma imkânını lutfedecektir. ​

* * * ​

Bir yapıyı oluşturan bireylerin hepsinin teker teker müstakim ve müstakil olması, egoların çatışması ihtimalini de beraberinde getireceğinden, İslâm, önleyici tedbirleri de devreye sokmuş. Namazların cemaatle kılınması örneğinden başlayarak, “Allah`ın eli cemaatin üzerindedir” prensibi getirilmiş. “Ortak akıl” olarak da isimlendirebileceğimiz istişare mekânizması, cemaatin olmazsa olmazı olarak sunulmuş. Herkesin fikrini cesurca ifade ettiği şeffaf bir istişarenin sonucuna uymak da, dinî bir vecibe haline getirilmiş. Böylece, güçlü ve şahsiyetli fertlerden oluşan güçlü ve şahsiyetli bir Müslüman toplumunun temelleri atılmış.

​Günümüzde, dinî ve siyasî organizasyon ve yapılanmaların birçoğunda, ne yazık ki bu ölçüleri göremiyoruz. Kitleleri kontrol edebilmek ve işlerin rayından çıkmamasını sağlamak adına, tek tek fertlerin müstakim ve müstakil hale getirilmemesine odaklanmış bir anlayış hâkim. “Lider kültü” etrafında örgütlenmiş, kendi kararını kendi alamayan zayıf insanların oluşturduğu, kulaktan kulağa oynamaya benzer bir yapılanma biçimi tercih ediliyor çoğunlukla. Bunun en pratik sonucu da, “güçlü lider”in etrafında toplanıp ona rağmen ve onun adına kitleleri yönlendirmeye kalkışan birtakım parazitlerin doğuşu oluyor. Böylelikle, iyi niyetlerle başlayan süreçler, yolun sonunda yetenek ve samimiyetleri öğüten “insan değirmenleri”ne dönüşüyor.

​* * *

Herhalde şöyle bir vazifeden söz edebiliriz: ​

Hepimiz fert fert, kendi içinde sağlam ve tutarlı, tek başına kalsa bile yolundan dönmeyecek biçimde kararlı, dünyasına ve âhiretine dair doğru inisiyatifler alabilen, attığı adımın ardında sonuna kadar duran, çevresine bereket ve hayır yayan, içi-dışı bir Müslümanlar olmak durumundayız. ​

Aynı zamanda, böyle dinç Müslümanlardan oluşacak bir cemaati teşkil etmek de mecburiyetindeyiz. Bu noktada, hem tâbîlere hem de metbûlara düşen sorumluluklar var. İstişare sistemini sürekli canlı ve işler halde tutmak, İslâmî usullerle istişare yapıldıktan sonra herkesin ona uymasını temin etmek, yanlışların hızla düzeltilmesini sağlayacak sıkı bir otokontrol şuurunu yerleştirmek, lidere rağmen ve lider adına kitleyi kontrole kalkışacak paralel yapılanmaların filizlenmesini önlemek, Kur’ân ve Sünnet temeline dayalı cemaat kültürünün pörsümesine yol açacak aksamaları sürekli denetlemek, kardeşlik bağlarının güçlenmesi için her türlü vesileyi kullanmak gibi çok sayıda eylemle, bünyeye virüslerin sızmamasına çalışmak, bu sorumlulukların en temeli ve en önemlisi. ​

Böylesine zinde ve billur bir cemiyeti teşkil etmek mümkün mü? Yoksa bir tür ütopyadan mı söz ediyoruz? Hayır, bir ütopya değil bu. Rasûlullah Efendimiz -- tatbikatını en mükemmel biçimde ortaya koymuş. Kendisinden sonra da dönem dönem, O’nun ölçülerine yaklaşılan dönemler olmuş. Demek ki, mümkün ve tekrarlanabilir bir usulden söz ediyoruz. Yeter ki farkında olalım, hassasiyet gösterelim, bunun için çalışmanın da İslâmî bir vazife olduğunun şuuruna erelim. 


Taha Kılınç'ın Yazısı.