Bir varız, bir yokuz bu dünyada. O sebeple biz kalplerde var olmaya çabalayalım; varsın herkes ve her şey aldattığını, kandırdığını sansın bizi...

Birkaç gün önceydi sanırım. Ertesi güne yetiştirmek zorunda olduğumuz bir sunum için kalabalık bir ekiple çalışıyoruz. O kadar kaptırmışız ki kendimizi, gözümüz başka bir şey görmüyor. Bize unuttuğumuz ama hızlıca akıp giden bir hayatın olduğunu hatırlatmak için olsa gerek, alışık olmadığımız bir şekilde tüm ekranlar kitlendi. Herkes kapanan ekranlarını tekrar açmaya, yarım kalan değişikliklerini kurtarmaya çalışırken; ben de yeterince gerilmiş olduğumu fark edip, kısa bir mola vermek için odama geçtim. Genelde akşamları çalışırken loş denilebilecek çalışma ortamlarını tercih ettiğimden ışıklar kapalıydı. Camdan uzakta yanıp sönüyor gibi gözüken ışıklara takıldı gözlerim. Arkama yaslandım, izlerken rahatladığımı hissettim. Gece havalar biraz soğuduğundan, odada bulundurduğum ve sıcaklığını iyiden iyiye hissettiğim ısıtıcıya yanaştım. Ellerimi başımın üzerine koydum, gözlerimi hafifçe kapadım ve belki de o an en çok ihtiyacım olan o yere doğru yola çıkışımı engelleyemedim.

İşte bu hikâyemiz tam burada başlasın o halde:

Soğuk kış günlerinde, tüm odaları ısıtır belki umudu ile odanın kapıya yakın kısmına kurulmuş sobanın yanı başında yatak yapardı annem bizim için… Babam geç geldiği için, yatmadan önce son kez kömürlükten odun ve kömür getirir; harlardı sobayı. Ateşi tüter kaygısı ile bir süre başımızda bekler, sonra ayrılırdı yanımızdan. İşte o vakitlerde en büyük eğlencemiz, sıcağını iyiden iyiye hissettiğimiz sobaya sırtımızı dönüp, ateşinin ışığından istifade ederek karşı duvarda parmaklarımızın gölgesi ile yaptığımız garip şekillerdi. Aslına hiç benzemeyen tavşandan tutun da, havlayan köpeğe kadar hep aynı ama her defasında bizi heyecanlandıran şekilsiz gölgeler… Ben bazen sıkılır, annemi zorlayarak hikâye anlatmasını isterdim. O da her defasında bıkmadan ve büyük bir iştiyakla hep aynı hikâyeyi anlatır; ben de hep aynı heyecanla dinlerdim. Aynı hikâyeyi anlatırdı; çünkü başka hikâye bilmezdi. Gözleri dolardı; türlü saçmalıklar ve buhranlarla dolu bu hikâyeyi her anlatışında… Sonradan öğrendim hiç görmediğim dedemin de, köyde geceleri gaz lambası altında tek bildiği bu hikâyeyi anlattığını anneme.

“Bir varmış, bir yokmuş!” diye başlardı hikâye… Sonra develeri tellal, pireleri berber yapıp; annemizin beşiğini tıngır mıngır salladığımız zamanları işaret ederek devam ederdi hikâye. Anneleri vefat edince, üvey anne ile yaşamaya başlar oduncunun çocukları. Bir süre sonra üvey anne istemez bu masumları ve oduncuya baskı yapmaya başlar. Bir gün oduncu karar verir ve “hadi ormana gidiyoruz, bana yardım edersiniz!” diyerek alır çocukları ve çıkar evden ormana doğru. Az giderler, uz giderler; dere tepe düz giderler. Azık olarak bol tuzlu “kete” yapmış üvey anne… “Kete” nedir diye sormayacaksınız değil mi? Yapana göre değişir elbet ama tatsız tuzsuz bir hamur işi işte. Bir de kabak alıyor yanına oduncu, sebebini hikâyenin ilerleyen kısmında öğreneceğimiz üzere. Abla ve küçük erkek kardeşine, “siz bu ağacın altında bekleyin; ben ilerde odun kırıp geleceğim!” der ve gözden kaybolur baba. Bir süre sonra yakınlardan gelen “tak tak” sesleri rahatlatır çocukları. Küçük kardeş acıkır, azıklarını çıkarıp afiyetle yerler. Gün, akşama doğru yol alırken, tedirginlikleri artar. Korkan kardeşine sarılır bizim ablacık, “bak babam yakında odun kırıyor hala, sesi geliyor, işi bitince gelecek.” diye rahatlatır kardeşini. Ne mümkün! Sesler aynı tonda “tak, tak” demeye devam eder ve ne gelen olur, ne de giden. Karanlık iyice çökmeye başladığında hem iyice üşüyen, hem de iyice tedirgin olan çocuklar sesin geldiği tarafa doğru giderler. Ancak kimsecikler yoktur. Sonradan fark ederler ki; oduncu yanında getirdiği kabakları bir ağaca bağlamıştır ve gelen sesler, rüzgârda bir sağa bir sola çarpan kabakların sesidir. Birbirlerine sarılıp “tak tak kabacık, bizi aldatan babacık!” diye ağlaşırlar…

Tuzlu kete yemiş olan çocuklar, doğal olarak çok susarlar ve küçük kardeş gördüğü su birikintilerinden su içmek ister. Hikâye bu ya, abla izin vermez; zira suların biriktiği yerler bazı hayvanların ayak izleridir ve orada biriken suyu içenler o hayvana dönüşürler. Tabi bir süre sonra ablasını dinlemeyen çocuk, bir geyiğin ayak izinde biriken suyu içer ve geyik olur. Hikâye farklı maceralarla sürüp gider böyle… Yıllar sonra mutlu son, bir şehzade ile evlenen ve kardeşini yanına alan ablanın vesilesi ile gelir.

Şimdilerde, acaba bu hikâye benim karakter gelişimimi olumsuz mu etkiledi diye düşünmeden edemiyorum. Acı, hüzün, ihanet, korku, acayip işler, her şey var maşallah… Bugünlerin entrika dolu dizileri gibi neredeyse…

Şaka bir yana, özlediğimi fark ettim o günleri… Hafif loş bir ışıkta, arkamdan sırtıma doğru vuran sıcaklık, beni o günlere götürmüştü birkaç dakikalığına… Hatta tekrar çalışmaya dönmeden önce, ellerimle havlayan köpek bile yapıp izledim bir süre…

Sonra düşündüm de; ben de bazı zamanlar oduncunun çocukları gibi hissediyorum kendimi bu dünyada; onlar kadar çaresiz, onlar kadar hüzünlü… Sanki dünya ve içindekiler de bizi aldatıyor oduncu ve karısı misali…

Tutunacak tek yer, sığınacak tek şey var diyorum kendi kendime… Zira bir varız, bir yokuz bu dünyada. O sebeple biz kalplerde var olmaya çabalayalım; varsın herkes ve her şey aldattığını, kandırdığını sansın bizi...

“Bir varmış, bir yokmuş” der geçeriz her şeye, taaa hep var olacağımız o güne dek…

Selametle…


Emre Topoğlu'ın Yazısı.