Güneş batarken Jabel Barkal`ın* tepesinden Nil`i seyrediyordu dev kobra. Tanrı Amon`un evini koruyan bu kayalıklar düşmanını ısırmak için şahlanan bir yılan, Nübyelilerin Olympos`u, kutsalın kutsalıydı…

Çöl sustu. Gündüz ölü, gece yaşam doluydu uçsuz bucaksız kum tepecikleri. Köle avcıları, beyaz tenleri güneşten eriyen gezginler, büyük çölü aşıp gelen tacirler gökyüzünün kandilleri yandığında uykuya yenik düşmeyip çölü dinleselerdi firavunların sarayını, Amon Tapınağı`nı koruyan babun heykellerini ve uzun kervanlarla tütsü kokuları içinde nekropole taşınan mumyalı vücutları görebilirlerdi.

Develerin Oyun Bahçesine Sızdım

Üç deve dört nala koşuyor cipin önünden. Tozu dumana katarak ilerliyoruz. Çölde kıyamet koparken deve çobanı kaçan hayvanların onu bulacağından emin sakin sakin yoluna devam ediyor. Bir inek ölüsü kuruyup kalmış, mundar olan etini eşeleyip parçalayan bir tane yırtıcı kuş bile yok üstünde. Çöl bir canavar gibi yeşili, ölüyü, bir kız çocuğunun düşürdüğü paslı halhalı altın renkli kumlarıyla örtüp yutuyor.

El Nuri Nil`in bir kilometre uzağında 25. Hanedanlığın kaybolan mezarlığı, Sudan`ın en büyük piramidi yirmi kral, elli dört kraliçe kabriyle çevrelenmiş. İrili ufaklı onlarca piramit sıralanmış etrafında. Altmış metrelik görkemli yapı kumtaşından olduğu için zamana yenik düşmüş, yaşlı kambur bir kadın gibi çökkün. Kral Taharka`nın gücü, şaşası toprağa karışmış. Yanına konan altın takılar, uşepti* heykeller ve yiyecek dolu toprak kaplar çalınmış. Öbür dünya için tılsımlarla sarılan mumyası lime lime edilip yok olmuş.

Kum denizinde zar zor ilerliyorum. Bir ayağımı ileri atamadan kum geri geri kaydırıyor beni. Dizime dayanarak güç alıp birkaç adım atıyorum ki ne yakında ne de uzakta bir hortum döne döne önüne çıkanı içine alıp bilinmeze sürüklerken rüzgârı vuruyor yüzüme. Eteklerim bacaklarıma dolanan kuru bir dal, gözlerimi kısıp yaklaşıyorum geçmişe. Mumyaların lanetinden korkanlar yanılmış. Piramitlere ulaşmamı engelleyen sadece doğa.

İki çöl arasında sıkışıp kalan Karima her yere uzak, çölün ortasında yeşil hurma ağaçlarıyla süslü bir şehir, ama onu vazgeçilmez yapan ne Nil`e yakın olması ne de kuzeyle güneyi birbirine bağlayıp ticaret kervanlarına ev sahipliği yapması. Kutsal dağın içine oyulmuş Amon Tapınağını ziyarete geliyor siyahi firavunlar, güçlü askerler ve tacirler. Dilekleri dudaklarında zikir, kutsala sığınmak için kendilerine kabir yeri ayırıyorlar.

Piankhi`nin* Mısır`dan getirdiği heykeller, gökyüzünü seyreden koruyucu babun heykelleri, mezara canlı canlı gömülen güçlü atlar, dans eden kadınlar, tanrıya sunulan hediyeler, kel rahipler çöle karışmış, dağın içine gizlenen Tapınağın freskleri renklerini kaybetmişti. Girişte birkaç başı kopmuş, kırık dökük koç heykeli ve iki sütun kalmıştı ayakta. Güzeller güzeli Hator`u inek kulaklarından tanıdım. Ben ayakkabılarımı çıkarıp yalın ayak kalıntılar arasında yürürken böcekler bile sıcaktan kaçmıştı.

Güneş batarken Jabel Barkal`ın* tepesinden Nil`i seyrediyordu dev kobra. Tanrı Amon`un evini koruyan bu kayalıklar düşmanını ısırmak için şahlanan bir yılan, Nübyelilerin Olympos`u, kutsalın kutsalıydı… Misafir evi kalıntıların hemen karşısındaydı. Başında türbanı iri yarı bir adam açtı bahçe kapısını. Bir vahaya geldiğimi sandım. Odalar yemyeşil çimlere ve gül bahçesine bakıyordu. Suyun mucizesiydi bu avlu. Ayağımın altındaki kızgın kumlar bir anda serin yapraklara dönüştü. Elimde bir bardak soğuk al renkli kerkedi. Karnak Tapınağına kadar uzanan koyu tenli firavunların topraklarındaydım.

Karima çarşısında bir kasabın tezgahında iki kuzu budu sallanıyordu. Berber, aynası, jileti ve sandalyesiyle bulduğu ilk köşeye kurulmuş seyyar aynasını da duvara iliştirmişti. Baharatçı ise dükkanına sıraladığı beş altı çeşit otuyla gururlanırken yaşlı kavruk eşeğin çektiği bir tekeri kırık arabadaki yamru yumru muzlar bir sağa bir sola yalpalanıyordu. Kahve kokusunu takip edip eski, penceresiz, delik tabureli kulübede sudan kahvesi ısmarladım. Yoğun zencefil belki de biraz kakule çifte kavrulmuş kahvenin içine işlemişti. Gün boyunca bardaklar iki leğen suda çalkalanıp tekrar tekrar tezgâha diziliyordu. Bin kere toz şekere değen paslı kaşığı bu kez de ben daldırdım çanağa. Beş altı çocuk birbirlerini dürterek batı kıyafetleri içindeki beyazları yani bizi süzüyorlardı.

Teneke damlı bir eve misafir oldum. Üç çocuk bir yatağı paylaşıyordu. Kapının önünde oynarken yüzlerine vuran güneş neşelerinin ve çocuksu saflığın yanında sönük kalıyordu. Birkaç sure okudular ben de onlarla beraber mırıldandığımda kuran okuyup Arapça konuşamayışıma gülüyorlardı. Cebimdeki hediyeler tükense de ayrılmadılar yanımdan, ziyaretçiye hasret kocaman sıcacık yüreklerine aldılar beni. Ayrılırken anneleri elimi sıkıp gülümsedi. Yokluğu, varlığı, geçmişi, geleceği düşünmeden gözlerimin içine bakıp derin derin gülümsedi.

Bir dönem Mısır gücünü kaybedip zaman döngüsü krallığın gücünü Sudan`a verdiğinde siyahi firavunlar Mısır`ın başına geçti ve bu dönemde kuzeyin gelenekleri Nübye Bölgesine taşındı. El- Kurru nekropolü geçmişe ışık tutan yazıtlara sahip. Piramitler eriyip yok olsa da yer altı mezarlarına onlarca merdivenle ulaşılıyor. Çöl alev alev, boş mezarlar cehennem. Rahiplerin duvarlara yüzlerce yıl evvel resmettiği hikayeler her an beni kolumdan çekip ölüler konvoyuna katacak kadar canlı.

El-Kurru`nun çevresindeki köy evleri buldukları antik taşları evlerinin yapımında kullanmış. Kölelerin özenle oyduğu piramit basamakları mutfağın, avlunun bir köşesinden tarihten koparılmasına kızgın lanet üstüne lanet okuyor. Şahinin gözü oyulmuş, sonsuz yaşam sembolü ankhı tutan el kayıp, mavi savaş başlığı solup rengini kaybetmiş…

Taşlaşmış Ağaç Ormanı

Yetmiş milyon yıllık taşlaşmış ağaçlar devrilirken kırılmış, kökleri, damarları, kovuklarıyla çölde yığılıp kalmışlardı. Ağaçlar, tahtanın sıcaklığını kaybedip taşın soğuk sert kıyafetine bürünmüştü. Taşlaşmış ağaçları arkamda bırakıp yola devam ettim.

Makuria Krallığının topraklarına vardığımızda sütunlar Kilisesinin ve eski kraliyet sarayının kalıntılarını gezdim. Doğa susmuş, çöl uyumuştu, yalnızdık. Ne bir yolcu ne de bir turist vardı. Dünya Sudan`ın geçmişini unutmuştu. Memluk`ler tarafından müslümanlaşan Dongola kimliğini değiştirmiş, Saray medreseye çevrilirken piramitlerin yerini Qubba adı verilen Müslüman türbeleri almıştı. Uzaktan çizgi filmlerde ki bal yuvalarını anımsatan Qubbalara yaklaştıkça onları çevreleyen isimsiz mezar taşları belirginleşti. Bir dervişe, hürmet edilen bilgeye, hak yolundan gidene aitti Qubbalar.

Kum tepesinden çöle baktım dört bir yanım ufka kadar boştu. Çöl beni anlasaydı şekil değiştirir, yarılır, yollar açar sakladığı geçmişi önüme kusardı. Bir girdaptan dökülürdü kervanlar, papirüs ruloları, iksir şişeleri ve yılanlar.

Koştum, kum havalandı. Neden kaçtığımı, neden böyle soluk soluğa kaldığımı bilmeden koştum. Önce kumda oyun oynamak istediğimi, sonra kayıp hanedanlığı aradığımı zannetmiştim oysa arkamı dönüp baksam yere dökülen harfleri fark eder onları topladığımda adımı, kendimi bulurdum.

* Ölen kişiye her gün hizmet etmesi için konan minik heykeller

*Kuş İmparatoru


Hande Berra'ın Yazısı.