Demek ki, kalb-i selîm sahibi olmak, makbul bir imana sahip olmakla eş değerdir. Kalb-i selîm için çalışmak, bir insan için olmazsa olmazdır. Hem dünyadaki huzuru hem de âhiretteki necâtı buna bağlıdır.

​“Kalb-i selîm” tamlamasını duymayanımız yoktur. Kelime manası ile açıklayacak olursak, “sükûn ve selamet üzere bir kalp” demek bu. Allah’la ilişkileri yoluna koymuş, dengeyi ve kıvamı bulmuş, kullarla arasındaki mesafeyi uygun biçimde ayarlamış, dünyanın ve âhiretin sorumluluklarını yeterince özümsemiş, dışarıdan herhangi bir müdahaleyle sapmayacak kadar sağlam bir gidişat tutturmuş, sükûneti ve selâmeti giyinmiş bir kalp… Ve Rabbimizin huzuruna çıkaracağımız bütün salih amellerimizin garantisi olan bir kalp…

​“Kalb-i selîm” ifadesi, Kur’ân-ı Kerîm’de iki ayette geçer: ​

“İbrahim de onun [Nûh’un] yolunu izleyenlerdendi. O, Rabbine kalb-i selîm ile gelmişti...” (Sâffât.83-84)

​“[İbrahim şöyle dua etti:] Rabbim, bana hikmet ver ve beni sâlihler arasına kat. Bana, sonrakiler arasında dosdoğru biçimde anılmayı nasip et. Beni, nâim cennetinin varislerinden kıl. Babamı da bağışla, çünkü o sapkınlardandır. [İnsanların] diriltilecekleri gün, beni mahcup etme. O gün, mal da evlat da fayda vermez. Ancak Allah’a kalb-i selîm ile gelenler [kurtulabilir].” (Şuarâ.83-89)

​Her ikisi de Hz. İbrahim’in dilinde ifadesini bulan kalb-i selîm tanımlamaları, açık bir şekilde, Allah’ın huzurunda bir insanın cezadan kurtularak mükafâtı hak edebilmesinin şartı olarak zikredilmiştir. Demek ki, kalb-i selîm sahibi olmak, makbul bir imana sahip olmakla eş değerdir. Kalb-i selîm için çalışmak, bir insan için olmazsa olmazdır. Hem dünyadaki huzuru hem de âhiretteki necâtı buna bağlıdır.

​Kur’ân’da Hz. İbrahim’in kalb-i selîm ile Rabbine geldiği vurgulandıktan sonra, yine onun dilinden bir kalb-i selîm hatırlatmasının daha yapılması, bu büyük peygamberin şahsiyetine ayrı bir şekilde odaklanmayı ve onu doğru biçimde anlamayı gerektirmektedir. Ana başlıklar halinde, Hz. İbrahim’den almamız gereken başlıca dersleri şöyle sıralamamız mümkün: ​

- Evvela, sağlam ve sarsılmaz bir iman ile, Âlemlerin Rabbi Allah’a bağlanmak,

- Teslimiyet ve tevekkülde, tamamen kendini Allah’a bırakmak, ​

- Tek başına bile kalsa, imanında sebattan ayrılmamak, ​​

- En yakınlarından gelecek itirazlara rağmen,

- Allah’a kulluktan vazgeçmemek, ​​

- Allah’ın kullarına karşı merhameti ve şefkati elden bırakmamak, ​

- Allah’ın kullarına karşı merhamet ve şefkat gösterirken,

- Allah’ın hududunun aşılması ​tehlikesi ortaya çıkarsa,

- Allah’ı seçmek, ​

- Kullara izzet-u ikrâmı bol tutmak, elini sürekli açmak ve Allah’ın verdiklerini dağıtmak, ​​

- Yumuşak yürekli, âh ve enîn sahibi olmak, gözlerinden yaşı eksik etmemek, ​

- Evlad-u iyâlini iman, namaz ve tevekkül üzere terbiye etmek, ​

Kur’ân-ı Kerîm’de “babamız” olarak tanıtılan Hz. İbrahim’in bu mükemmel örnekliği, Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de çok çeşitli biçimleriyle somutlaşmış, mücessem hale gelmiş ve sahih kaynaklar aracılığıyla bize ulaşmıştır. Efendimizin sünnetindeki incelikler ve güzellikler, bize kalb-i selîm sahibi olmanın anahtarını sunan muhteşem bir yol haritasıdır.

​Sünnet-i seniyyenin krokisini çıkarsak ve önümüze sersek, kalb-i selîm kıvamına ulaşabilmenin en önemli yönteminin şu sırda gizli olduğunu fark ederiz: Kendimizi kontrol. İrfan geleneğimizde “murâkabe” olarak özetlenen bu hal, insanı kalb-i selîm derecesine çıkaran ana formüldür. Hastalıkta-sağlıkla, iyi günde-kötü günde, öfkede-sevinçte, darlıkta-varlıkta, bollukta-yoklukta, gençlikte-ihtiyarlıkta… Kısacası hayatın her alanında ve her döneminde, insan kendisini sürekli kontrol altında tutmalı, başı boş bırakılmadığını bilmeli, ipleri gevşettiği anda kalbinin ilmeklerinin de gevşediğini farkında olmalıdır. ​

Rasûlullah Efendimiz’in, “Bana öyle bir nasihatte bulun ki, beni cennete ulaştırsın. Ama çok da uzun olmasın, aklımda tutamam” diyen sahabîye, “Öfkelenme!” deyişi, o zat birkaç defa sorusunu tekrarladığında, her seferinde yeniden “Öfkelenme!” diye vurgulayışı (Buhârî, Edeb, 76), kendimizi nasıl kontrol edeceğimizin de başlangıç noktasıdır. Öfkelenmemek, sinirini zapt etmek, insanları affetmek, öfkesini yutmak… Bunlar, aynı zamanda Kur’ân’da da övülen özelliklerdir (Âl-i İmrân.134, Şûrâ.37). ​

Peki, İslâm, bizden hiçbir şeye sinirlenmeyen, hiçbir şeye öfkelenmeyen, gidişata dair herhangi bir konuda öfke ve kızgınlık duymayan, çevresindeki hadiselere tepki göstermeyen, sürekli başı önünde, refleksleri tamamen yok olmuş, kendisine dayatılan her şeye boyun eğen insanlar olmamızı mı bekliyor? Elbette hayır. Günlük muamemelerimizde ve insanlarla rutin ilişkilerimizde öfkelenmemeyi ve affetmeyi bir fazilet olarak zikreden Kitâbımız, kâfirlere karşı gayzımızı ve kinimizi her daim diri tutmamızı da emrediyor bize (Tevbe. 73, Tahrîm.9). Allah’ın sevdiği ve Allah’ı seven Müslüman bir toplumu “kâfirlere karşı zorlu ve izzetli” olarak tanımlayan (Mâide.54) Kur’ân, Müslümanların “birbirlerine karşı muhabbetli ve müşfik”, kâfirlere karşı ise “şiddetli ve dik başlı” olduklarını vurguluyor (Feth.29). ​

Öfke ve öfkeyi dizginleme konusunda yine Kur’ân’dan öğrendiğimiz ve Efendimiz’in tatbikatında yakından gördüğümüz pratik ölçüler de var: ​

- İslâm’a fiilî bir saldırı olduğunda, ona misliyle karşılık vermek bir görevdir. Ancak bunu ​yaparken muhataplarımızın putlarına sövmemiz (En’âm.108), onlar Allah’ın ayetlerini ​yalanlarken veya alaya alırken onlarla birlikte oturmaya / sohbete devam etmemiz ​(En’âm.68, Nisâ.140), Allah ve Rasulünün yalanlanmasına neden olacak şekilde onlara ​malzeme vermemiz (Bakara.104), haddi aşmamız ve ileri gitmemiz (Bakara.190, Nahl. ​126) yasaktır. ​

- Günahkâra değil, günaha öfke duymak ana hedeftir. Günahkâr kardeşimizi öfkemizle ​ezmek yerine, o günahtan kurtulabilmesi için şefkatle yanımıza çekmeye çalışmak, en ​doğru davranıştır. ​

- Yanlışlara sadece öfkelenmek ve sinirlenmek, o yanlışların düzeltilmesi için yetmez. ​“Emr- i bi’l-ma’rûf neyh-i ani’l-munker” hassasiyetiyle, bir kötülük görüldüğünde önce elle ​müdahale edilmesi gerekir. Elle müdahale, o kötülüğün ortaya çıkmasına yol açan bütün ​vesile ve vasıtaların yok edilmesi için çalışmaktır. Bu ameliye, yerde görülen müstehcen ​bir kağıt parçasını başkalarının günahına neden olmasın diye yırtıp çöpe atmaktan ​İslâm nizamının tam olarak tatbik edildiği siyasal bir yapı oluşturmaya kadar, gayretler ​silsilesinin tamamını kapsar. Elle müdahale aşamasından hemen ve hızlı sonuç​ alınamıyorsa veya elle müdahale o anda mümkün değilse, o kötülüğün ortaya çıkmasının ​ve yayılmasının dille (günümüzde yazarak belki?) önlenmesi aşamasına geçilir. Bu da ​imkân dahilinde değilse, o zaman ​kalben buğz edilir. Ki, Efendimiz’in tanımıyla, kalben ​buğz etme hali, “imanın asgarî noktası”dır. Hadisin açık ​işaretine göre, bir kötülüğe, en ​azından kalbiyle direniş göstermeyen bir insanın, imanında sıkıntı olmasından korkulur.

​Tüm bu ölçüleri hülasa edecek olursak, şöyle bir davranış kalıbını önümüze koyabiliriz: ​

Mü’min, hayatındaki her şey gibi, öfkesini de kontrol altında tutabilen kişidir. Müslüman kardeşlerine ve Allah’ın yarattığı mahlûkata karşı şefkat, teennî ve merhamet esastır. Sükûnet ve sekînet, mü’minin ana karakteridir. Ancak bu, onun kafasına vurulup ekmeği elinden alınacak bir koyun olduğu anlamına da gelmez. Mü’minin sakinliği, Allah’ın hududu ihlal edildiğinde ve kendisine düşmanlık yapıldığında sona erer. O noktadan sonra sakinlik ve sükûnet, zillet ve zulmettir çünkü. Fakat mü’min, göstereceği tepkinin zamanlaması, biçimi ve boyutu konusunda da başı boş değildir. Orada da kendisine Rasûlullah rehberlik eder. Sünnet-i seniyyedeki kutlu ve şaşmaz ölçüler, bir müslümanın “Allah için” sergileyeceği öfkenin sınırlarını da belirler. Bu, aynı zamanda, bir mü’minin, sünnete ne kadar ittiba ettiğinin de imtihanı ve ölçüsüdür. ​

Tatbiki, kâğıt üzerinde yazılıverdiğinden çok daha zor olan bu davranış kalıbı ise, ihlasla ve samimiyetle, Allah için uygulamaya konulduğundan, kişiyi kalb-i selîm sahibi yapar. Kalb-i selîm ise onu ebedî huzura ve cennete ulaştırır.


Taha Kılınç'ın Yazısı.