“Hakikaten zaman ne kadar da hızlı geçiyor!” diye iç geçirdim kendi kendime. Ancak zaman bu kadar hızlı geçerken, değişen sadece insanlar, şehirler ya da binalar değildi sanki. Düşünceler, inandıklarımız, değerlerimiz de değişiyor, hatta bazıları yok oluyordu.

Yakın zaman önce hayatın ne kadar da hızlı geçtiğini tespitle akıp giden bir akşam muhabbetinin tam ortasında buldum kendimi. Konuşacak bir şey olmadığından mı, yoksa gerçekten zamanı tutmaya çalışıp, başarısız olanların arasında mı kalmıştım emin değildim.

Bu önermeleri destekler nitelikte bir cümle çınladı kulaklarımda: “Zaman ne kadar hızlı geçiyor değil mi?” diye seslendi ortaya birisi. Bu çok sıradan, belki de her gün farklı ortamlarda, farklı sebeplerle dile getirilen bu ifade başka diyarlara seyahat biletim olmuştu çoktan. Sonrasında muhabbet yeni bir kanal bulmanın coşkusu ile derinleşti. Son tahlilde “Hayat çok hızlı geçiyor, ölüm yakın!” tespiti ile akşamı noktaladık.

Gece uyku ile olan mücadelemde birçok an ve anı ayrı ayrı canlandı yüreğimde. Kimi zaman gülümsetti, kimi zaman hüzünlendirdi. “Hakikaten zaman ne kadar da hızlı geçiyor!” diye iç geçirdim kendi kendime. Ancak zaman bu kadar hızlı geçerken, değişen sadece insanlar, şehirler ya da binalar değildi sanki. Düşünceler, inandıklarımız, değerlerimiz de değişiyor, hatta bazıları yok oluyordu. Sanki iki avucumuz arasından akıp giden kum taneleri gibiydi her şey! Bu düşüncelerle yine zamanı kaybederken, elimde akşamdan kalma biletle geçmişe yolculuğa çıkmıştım bile. İşte bu hikâyemiz tam da burada başlıyor.

Yaklaşık 11-12 yıl önce, hayalimdeki mesleğe ilk adımı attığım dönemlerdi. Anadolu’nun tam bağrından kopup gelen öğrenciler, aileleri ile kayıt için geliyorlardı. Ben de o yıl kendi bölümümde, birinci sınıfların danışmanı olarak görevlendirilmiştim. Kayıt yaptıran öğrenciler ders seçimi için danışmanlarına gelip, kâğıtlarını imzalatıyorlardı. O gün her zamankinden yoğun bir gündü; sanki öğrencilerin biri giriyor, biri çıkıyordu. Kimisi ailesiyle, kimisi yalnız başına gelmişti ama hepsinde yeni bir maceraya başlayacak olmanın ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışmanın heyecanı vardı.

Zamanı yine bu şekilde tüketirken açık kapının hemen kenarında bekleyen ve içeri girmeye çekinen bir hanımefendi gördüm. Biraz eğilip, “buyurun lütfen, nasıl yardımcı olabilirim?” diye seslendim nezaketle.

Çekingen bir edayla yaklaştı kadıncağız, açık olan kapıya vurarak, “kızımı getirdim kayıt için” diyebildi. “Buyurun lütfen!” diyerek içeri davet ettim ama kızını görememiştim. “Kızınız?” diye sordum şaşkın bir ifade ile. “Gelsene kızım” diye seslendi kendinden emin, yolunu bulmuş bir ses tonu ile kapının arkasında duran ve utancından ellerini birbirine kavuşturmuş olan yavrusuna. Bir ceylan ürkekliği ile iki adım attı kızcağız. “Hoş geldin, adın ne senin?” diyerek başladık muhabbete.

Tam bir Anadolu kadını gördüm karşımda, evini tek başına sırtlamaya çalışmış tüm zorluklara rağmen Ayşe Anne. Muhabbet ilerledikçe tam da istediğim gibi “hocam” hitabından, nispeten yaşımın da genç olması sebebiyle “oğlum” hitabına terfi etmiştim. Durumlarının oldukça sıkıntılı olduğunu, hatta memleketinden buraya kayıt için gelirken dahi borçlandığını öğrendim. Epeyce tanımaya çalıştım kendilerini. Ne de olsa danışmanı olacaktım bu genç kızın…

Ayşe Anne, ayrılırken çaresizlik içinde “evladım, kızım sizlere emanet; sahipsiz koymayın onu olur mu?” dedi. “Elimizden ne gelirse!” diye karşılık verdim. Bu söz üzerine kızına döndü, “hocalarının sözünden çıkma!” diye tembihledi. Tam vedalaştık ki, “anne, kitaplar?” diye sordu kısık bir ses tonu ile genç kız… “Okul başladığında gelip alırsın kitaplarını buradan…” diye konuyu hızlıca geçiştirdim. Vedalaştık ve beraberce boş koridorlarda kaybolup gittiler…

Zaman hızla geçiyordu ve bu genç kızın hem danışmanı ve hem de hocası olmuştum. İlk zamanlara kıyasla daha bir özgüvenli görüyordum onu ve seviniyordum. Yurtta kalıyor ve hiç ders kaçırmıyordu.

Ancak zaman ilerledikçe daha az görmeye ve hatta bir süre sonra hiç göremez olmaya başlamıştım. Başka derslere de girmediğini öğrenince, ilk karşılaşmamda onunla konuşmak için hazırlandım. Ancak benim dersime de gelmemişti. Belki hastadır dedim, arkadaşlarına sordum ama cevap alamadım. Uzunca bir süre gelmedi, göremedim onu. Meraklandım ve yurda haber gönderdim. O gün derse girdiğimde yine gözlerim onu aradı koca amfide ama yine görememiştim. Dayanamayıp “yine mi gelmedi?” diye seslendim; aslında hiç tarzım olmayan bu davranışım sınıftakileri şaşırtmıştı.

Soru ve akabinde gelen sessizlik sonrası bir genç kız ayağa kalktı “buradayım hocam” diye seslendi. Şöyle bir baktım; Ayşe annenin kızı değildi karşımda duran. “Neredesin sen derslere de gelmiyorsun?” diye sordum sinirle. “Napayım sıkılıyorum!” diye alaycı bir tavırla cevap verdi bana… Bu cevapla beynimden vurulmuşa dönmüş ve o sinirle biraz ağır konuşmuştum. Sonra üzüldüm, kalemi yavaşça bıraktım, “ders bitmiştir!” diye seslendim.

Ders bitmişti çünkü ben dersimi almıştım...

Sonra mı? Sonra uzunca bir süre kendini, özünü kaybetmek üzere olan bu kızımız ile uğraştık hepimiz. Çok şükür kendine geldi; hatta okulunu bitirip işe bile girmiş. Ben mezun edemeden ayrılmak zorunda kaldım üniversiteden ama annesinin mutluluğunu hoca arkadaşlarımdan dinlemiştim.

İşte bu hikâye bana hep bugün içinde bulunduğumuz durumu hatırlatıyor. Aslında biz de o genç gibiyiz bu hayatta ve zaman içinde bazı değerlerimiz yok olup gidiyor. Ne demek istedi bu şimdi diyorsunuz değil mi? Demeyin öyle; zira hepimizin hatta her düşüncenin ve dahi her davanın bir Ayşe annesi vardır bu hayatta; üzülmesinler.

Hâsılı kelam, bize özümüzü kaybettirmelerine izin vermeyelim!


Emre Topoğlu'ın Yazısı.