Geçenlerde Orhan Pamuk’un hayatını anlatan bir belgesel çekiminden kareler paylaşıldı. Orhan Pamuk poğaça satan bir seyyar satıcıya yaklaşıyor ve “merhaba poğaçacı” diyor. Başarısını ülkesi üzerine romanlar yazarak elde eden bir yazarın bu şekilde selam vermesi garipsendi. Çünkü ülkemizde satıcılara böyle seslenilmez. Merhaba amca denir, selamun aleykum abi denir, hayırlı işler yeğen denir. Okurlarına göre “merhaba poğaçacı” ifadesi arayı kapatan bir selamdan ziyade mesafeyi üstten yana açan bir makas işlevi görmüştür.

Tıp talebelerine doktor oldukları zaman hastalarına hanımefendi/beyefendi diye hitap etmelerini salık verir hocaları. Bir saygınlık ve mesafe oluşturması açısından gerekli görülse de özellikle kırsalda göreve başlayan sağlık görevlileri bu hitap şeklinin işleri kolaylaştırmak şöyle dursun zorlaştırdığını müşahede ederler. Çünkü Anadolu insanı kendisine hanımefendi/beyefendi diye hitap edildiğinde kasılır ve hoşnut olmazken teyze/amca denildiği zaman rahatça içini döker, derdini anlatır.

Bu kasılma, Anadolu halkının devlete olan mesafesi ile (resmiyet ile) alakalıdır belki de. Şimdiye kadar kendisine beyefendi/hanımefendi diye hitap edildikten sonra ardından hep bir azar gelmiştir çünkü. Beyefendi kenara çekil, hanımefendi çocuğunu oradan al, hanımefendi başörtülü giremezsin. Gibi. Bu yüzden bu hitaplardan hoşlanmaz. Belki bir ara formül olarak amcabey, hanımanne gibi hitaplar da icat edilmiştir ama hiç biri “neren ağrıyor teyze” basitliğinde ve sıcaklığında olmamıştır.

Bazı hanımların eskiden beri dillerine doladıkları “ben senin nereden teyzen/ablan oluyorum” sözü Anadolu’nun birlikte var olan ve ilgi ile yaşayan hanımları için pek tatsızdır. Diğer yandan feminist derneklerin söylemekten ve duymaktan ısrarla kaçındıkları yeni bir kelime de “kız” kelimesidir. Kız, genç kız, bacı, kız çocuğu yerine “kadın” kullanımını yaygınlaştırmaya çalışırlar. Bacım sözcüğü hakarettir onlara göre. Bir erkeğin kendilerini konumlandırmasını istemezler. Aileye, mahalleye, cemiyete bağlılığı istemezler. Kadın! olmak onlar için yeterlidir.

Şehrin yuttuğu insan, karşısından biri geldiğinde özellikle de yaşlı ise bakışlarını gömecek bir boşluk aramaktadır. Boşluk ile selamlaşanlar, insan ile selamlaşanlardan daha fazladır. Vitrinler, billboardlar, afişler modern insanın selamını alsın, bakışlarını saklasın diye üretilmiş gibidir. İnsandan kaçırdığımız bakışı boşluğa gömeriz. Yalnızlığı isteriz. Çünkü yalnızlığı istemek sorumluluğu reddetmektir de aynı zamanda. İki evin arasında bazen imar planı yüzünden veya anlaşmazlıklar yüzünden iki üç karışlık boşluklar oluşur. O boşluklar ya çöp görevi görür, ya hayvanlar için sığınak olur. Arada o boşluk olmasa iki ev arasında soğuk rüzgârlar esmeyecek ısı kaybı olmayacaktır.

Bitişik nizam yapı şeklinin ısıdan ve malzemeden tasarruf olduğunu özellikle dağlık yerleşim yerlerinde, evlerini ekin alanlarından yukarıya(tepelere) çeken insanların yaşadığı kasaba ve şehirlerde daha fazla görürüz. Üç duvar bir evdir mantığı ile yürürmüş eskiden işler. Yani ilk ev yapılır diğer evler ona üç duvar ekleyerek ilerler, bazen bu iki duvara inermiş. Böylece boşluksuz bir mahalle oluşurmuş. Hatta bu yüzden eski şehirlerin kapıları vardır. Şehrin bitişik nizamını aşmak mümkün olmadığı için bir kapıdan girilir şehre. Boşluksuz mahallede bakışları gömecek bir boşluk da yoktur bu açıdan. Köy meydanları, çınar altları, çeşme başları, fırın önleri, cami avluları geniş alanlardan oluşur ama o alanlara boşluk denmez. Çünkü insanların buluşma yerleri, selamın ve tanış olmanın kalplerde çoğaldığı yerlerdir oralar. Manevi açıdan sımsıkı örülmüştür. Herkes herkesten sorumludur. Herkes birbirinin teyzesi, amcasıdır. Çocuklar mahallenin çocuğudur. Bu kadar iç içelik bir denetim mekanizmasının da işlemesine vesile olur.

Birbirinden kopuk cümleler kurdum, kabul. Demek istediğim şudur. Merhaba poğaçacı sözü yavan kalıyor. Anadolu’da hanımefendi hitabı bir mesafe değil bir boşluk oluşturuyor. Teyze ve amca sözü bir yılışıklık değil bir nezaket ifadesi oluveriyor. Bacım/kızım sözcüğü bir sahiplenmeden ziyade bir güven görevi görüyor. Evin bir duvarını muhatabın güveni, samimiyeti, din kardeşliği oluştururken diğer üç duvarı örmek kolaylaşıyor.

Buna “mesafeli samimiyet” diyebiliriz. Dört duvarı da yıkıp bir yalnızlık evi oluşturmaya çalışanlar ya da bir kadınlık evi imar etmeye çalışanlar, dört tarafı boş bir evde hem samimiyeti hem mesafeyi kaybediyorlar. Yalnız kadın, yalnız erkek, yalnız sanatçı dolayısı ile yalnız insan, üstün olduğuna inandığı ama yalnız kaldığı bir boşluğun kapısını her gün çalmakta. Sahiciliğin olmadığı yerde kapıyı kim açacak peki? Durumu her gün stabil olana neren ağrıyor diye kim soracak?


Ayşegül Genç'ın Yazısı.