Bana doğru tekrar döndü ve o, bakışlarımın içerisinde yüzmeye yeltenemeyeceği derinlikteki gözlerini gözlerime sabitleyip, “Yarıyı geçtik, Yâsir Efendi..” dedi..

Bizim Adana’da, geceki zikir mesaisinden ötürü kimi komşularının “gürültü” şikâyetlerine konu olan, yüreği fokurdamaya âşinâ bir Ömer abimiz var, Allah selâmet versin. Yanında Allah-u Zülcelâl Hazretleri, Rasulullah Aleyhisselâm Efendimiz hattâ evliyadan zât-ı muhteremler anılınca, yerinde duramadığına, yaslanıp oturamadığına; bulunduğu ortamı, kontrol edemediği hâli için rahatsızlık (!) vermemek adına hemen terk etmek istediğine şâhit olursunuz.

Ben çok ağlayan gördüm. Feryâd-ü figân edenleri kast etmiyorum.. Sessiz sessiz, içli içli, dudaklarını ısıra ısıra ağlayanlardan da çok gördüm.

Ama Ömer abinin ağlayışı öyle ki, nasıl târif edilir? Gözyaşı damlalarının, kirpiklerin üzerinde usulca yürüyüp, yanaklara doğru tıp tıp düştüğünü görürsünüz.. Tabi o kadar bakabilirseniz..

Ahh, tutamıyorum ki kendimi.. Aslında farklı bir konuda neler yazacağım da aklıma böyleleri gelince, yazdıkça yazasım geliyor..

Neyse.. Bir gün yanıma gelmişti Ömer abi. Geçimini sağlamak için sağda solda plastik toplamak için kullandığı bisikletini penceremin önüne kilitlerken fark etmiştim onu zâten.. İçimden, “Aha, yine geldi vallaha; Allah’tan tâze abdestliyim..” diye kendi kendime espri de yapmıştım.

Bir iki hâl hatırdan sonra, “Bir şey soracağım da..” dedi. “Buyur abi..” dedim. Zorla oturttuğum koltuktan az öne doğru hareket edip, “İstanbulumuz nasıl?” dedi. “Elhamdülillâh, gâyet iyilermiş. Umreden dönmüşler. Maşallah hiç boş vakitleri yok; Allah güç kuvvet versin..” gibi şeyler söyledim.

“Mübâreklerin isimlerini bile söylemeye tâkatim yok..” dedi ve hafif yan dönerek, burnunu çeke çeke, kendini sıka sıka başladı inlemeye..

Âilesini, çocuklarını sorarak mevzûyu değiştireyim, rahatlasın, dedim. Çok tutmadı, geçiştirir gibi oldu. Neden sonra, ses tonumu biraz da yükselterek, “Sâhi yaa Ömer abi, yaş kaç oldu senin?” diye sordum.

Bana doğru tekrar döndü ve o, bakışlarımın içerisinde yüzmeye yeltenemeyeceği derinlikteki gözlerini gözlerime sabitleyip, “Yarıyı geçtik, Yâsir Efendi..” dedi..

Eskilerin “haddi aştık” mevzuunu hatta Câhit Sıtkı’nın “yolun yarısı”nı işitmiş, okumuştuk lâkin bunu yeni duyuyordum. “Ne demek abi yarıyı geçtik?” dedim.

Kendinden emin bir tavırla, o okuma yazması dahî belki olmayan mübârek zâtın dudaklarından, tâne tâne, şu kelimeler döküldü:

“Otuz bir buçuğu aşan, yarı yolu geçmiştir, zîrâ Habib-i Kibriyâ Efendimiz, altmış üçte vefat etmiştir..”

***

Doğum günü, anma, kutlama hatta zikretme meselelerine her zaman mesâfeli durmak isterim. Ancak herkesin olduğu gibi benim de kendi doğduğum târihin sene-i devriyesinde, içimde başka başka hisler belirir. Bir yılı daha geride bırakmak, yeni bir zaman dilimine başlamak farklı duygular yaşatıyor insana.

Ancak bu seferki, bu seneki farklı biraz.. Otuz bir buçuğu, otuz beşi geride bıraktık; yaşayacağımız varmış ki geldi, geçti, gitti onlar..

Şimdi ise 40’ı geride bırakıyorum. Kırk koca seneyi.. Bundan sonra daha ne kadar ömrümün olduğunu -herkes gibi- bilmeden, derin bir muhasebeyle..

Artık, abi’liklerin, amca’lıklara dönüştüğü, içeri girdiğiniz ortamlarda size yer verilmeye başlanan, merdiven çıkarken dizlerinizin hislerinizle selâm-sabâhını arttırdığı zamanlara erişiyorsunuz.

Sanki bu vakte kadar yokuş tırmanmışsınız da artık yokuş aşağı doğru yönelmişsiniz gibi geliyor. Kalbiniz zorlanıyor, freni daha çok kullanıyor, hayatın hızı ve insan ilişkilerinde, bir daha ne vakit üzerimizde hak-hukuk olur endişesiyle, daha bir hassaslaşıyorsunuz.

Şu anki hâlinizle arada neredeyse dağlar kadar fark olan 10-15-20 yıl önceki fotoğraflarınıza baktığınızda, “gençliğiniz”den bahsediyor, artık iyiden iyiye orta yaşın can evinde bulunduğunuzu, anlattığınız hâtıralarla tescilliyorsunuz.

Bir daha aslâ ele geçmeyecek olan o gençliğin nasıl ve ne şekilde harcanıp tüketildiğinin muhasebesi, canınızı yaktıkça da yakıyor, vesselâm..


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.