Aişe Büşra Çelik

Gözlerimin geçmişe daldığı bir anda, devasız bir vedanın vaktinde ona doğru itiliyorum omuzlarımdan. Mahşer gününe ulaşmış gibi birbirine dolanıyor bacaklarım. Nihayet ellerim kolunu bulduğunda gıcırtıyla geçiyorum aşınmış eşiğinden. Fırat’a yakın olan, Nil’e hasret bırakılan topraklarımın sıcak iklimine rağmen kapıdan çıkar çıkmaz yüzüme vuran acı ayaz, adımlarım konusunda tereddüte düşürüyor beni. Mayınlar topluyorum kapımın önünden. Ayaklarımın altında kanlı dikenler… Üstümde ise ne güneş var ne de ay. Yalnızca elleri kanlı batının, kanlı kızılını görüyorum ufukta. Dakikalar evvel içerden izlediğim kapıya bir de dışarıdan bakıyorum şimdi. Yıkık dökük içinin aksine; dimdik, ayakta ve direniyor savaşın acısına.
 
Durmak istiyor, ayaklarıma söz geçiremiyorum. İlerledikçe solgun ruhlar görüyorum yol kenarında, kefen biçiyorlar bana. Gelinciklere layık olsa da; kan kırmızısı lekeler taşıyor kimliksiz vatanımın isimsiz sokakları. Gözlerimin görmekten, ayaklarımın gitmekten aciz kaldığı o sokakları geçiveriyorum hızlıca. Havasını solumaya korkuyorum. Annemin eteklerine sarılınca aldığım o portakal kokusunu almak yakacak genzimi biliyorum. Babamın ellerini tutarak atladığım çitler dolanacak ayaklarıma ve gidemeyeceğim tıpkı hiç kalamadığım gibi.
 
Uçak gitmez varacağım yere, kuş bile uçmaz göğümüzde. Bir otobüsün kırık koltuğuna bırakıyorum ben de kendimi. Sağ tarafa, rüzgârın tiz çığlığını sızdıran camın kenarına. Bir süre cama vuran damlaları seyrediyorum. Sağa sola sallanıyor, yağmurun da etkisi ile sürükleniyorum adeta. Geceden mi kederden mi bilmem. Karanlık, çok karanlık. Yanımda ise yalnızca derdimi yüklediğim heybem var. Heybemin içinde taş ve kalem, benim içimde kan ve öfke… İşgal ettiler, yaktılar, yıktılar, parçalara böldüler. Nihayetinde beni çıkardılar vatanımdan. Dünya üzerinde hiçbir yere sığamadım; kendi toprağıma bile sığamadım da yola sığındım.
 
Kaçıncı saatindeyiz yolculuğun, bilmiyorum. Hayli zaman oldu. Uzadıkça uzuyor, bitmez gibi görünüyor. Sanki daha eskiye gidiyorum dünyadan ve zamandan. Daha eskiye, incirden ve zeytinden. Daha içeriye gidiyorum kendimden. Daha içeriye, gurbetten ve hasretten… Öfke kazanında kanıyor kanım. Toprağıma sarılan köklerimi söküyorum bir bir. Her tekerlek dönüşü savuruyor ruhumla beraber bedenimi. Sürgün edildim sürgünler ülkesinden. Sürgün edildim doğudan, daha da doğuya. Batıda yer yok bana. Hoş, bilmiyorum nerenin batısı, nerenin doğusu toprağım. Dünyanın neresinden bakarsak doğudayım, neresinden bakarsak batıda? Kim demiş topraklarıma doğu? Haritaları duvarlarla bölenler mi, duvarları kan ile örenler mi? Kim demiş topraklarıma doğu ve kim çizmiş topraklarıma bu hududu?
 
Güneşin doğuşu ile tozlu pencereden yansıyor göçtüğüm yollar. Neredeyim? Zamanın hangi noktasında, dünyanın hangi dönemindeyim bilmiyorum. Bilmiyorum, dünya yolculuğumun hangi durağındayım. Yaşadığım mı çok dünyada yoksa yaşayacağım mı? Bildiğim bir şey var ki; burası değil benim toprağım ve bu zaman değil benim zamanım. Başımı pencereye çevirdiğim her an toprak gibi yoğruluyor yüreğim. Her köşesi eziliyor. Sonunda vuruyorum doğunun daha doğuda bir kıyısına ve vuruluyorum daha doğusunda bir kıyıda. Ne yapmalı şimdi? Toprağa vicdan mı ekmeli ve o toprak kan ile mi beslenmeli? 
 
Ey yükselenler elde taş gibi ve ateşlenenler bir silahın ucunda ebabil gibi. Söyleyin, ne yapmalı şimdi? Tek bir silahım yok! Sınırları her gün daralan toprağımda, rüzgâra meydan okumaktan başka… Nil ile Fırat arasında, göğsümde yanan ateşten başka... Silahım yok! Yağmalanan vicdanlar karşısında, doğudan yükselen adım seslerinden başka. Firar ediyor ruhum bedenimden ve bedenim dünyadan. Firar ediyor aklım başımdan. Firar ediyor bir kurşun namlusundan. Tiz bir çığlık yükseliyor sonra doğudan. Nefesler kesiliyor, başlar vuruluyor, her duada bir mezar kazılıyor avuçlarıma. Her mezara bir beden uzanıyor sonra. Söyleyin, ne yapmalı şimdi? Hangi diyara göçmeli?


GENÇ'ın Yazısı.