İşbadan, yani dolmaktan, yani doymaktan sakın! İstiğna güzeldir, ama maneviyatta istiğna olmaz. Hep muhtacız, hep fakiriz, hep boşuz, hep hiçiz. O’na karşı ama, başkasına karşı ölçüler ne derse o geçerlidir. Zaaf yok, metanet ve irade var. Ama O’na karşı hep zayıfız.

özleri gök kadar Genç gün içerisinde en çok ikindinin akşama döndüğü vakti sevdiğini düşündü.

“Zeval vakti diye mi acaba?”

Ama tam tersi zevalle başı hiç hoş değildi ki... Osmanlı’nın on padişahından sonrasını hiç okumaktan hazzetmezdi mesela. Halilullah gibiydi; bitip gidenleri, yitip kaybolanları sevmezdi. Ama bu gurup vakti, ikindinin sararıp solması, akabinde kırmızıya çalıp yerini yavaş yavaş karanlığa terk etmesi, bunlardan nedense ayrı bir coşku duyardı. Bu saatler kendisini en rahat hissettiği saatlerdi. Yazmak, çalışmak için ayrı bir istek duyardı. Hakîm’e de bu vakitlerde gitmeyi tercih ederdi. Gerçi ikindinin kerahetinin ehl-i tahkike göre gündüzün seheri sayıldığını öğrendiğinden bu yana gitmeye çekinir olmuştu.

“Bu saatleri tefekkür ve tezekkürle değerlendirmek isteyebilir…”

O yüzden gündüzün seherine kalmadan varayım diye, ikindiyi yakındaki bir camide eda etti, tespihe kalmadan Hakîm’e vardı. Evine girdiğinde O da birkaç yakını ile namazı yeni bitirmiş, seccadeleri topluyorlardı. Hakîm, Genç’i görünce gülümsedi:

- Gel bakalım, bugün ne getirdin?

Şaşırdı. Bir şey getirmemişti. Hem zaten getirmeye değil, götürmeye gelmez miydi? Burası hep verir, hiç almaz bir yer değil miydi? Şaşkınlıkla gülümsedi ama bir şey diyemedi. Hakîm devam etti:

- Hayret mi getirdin, merhamet mi? İrade mi getirdin, nefret mi? Aşk mı getirdin, şefkat mi? Açlık mı getirdin, tokluk mu?

“Allah Allah, bunlar ne demek şimdi böyle…”

İşi muzipliğe dökmek istedi:

- Ne getirdiğimi siz daha iyi bilirsiniz efendim…

Hakîm bakışlarını dikleştirdi:

- Sen de bilecek ve ona göre geleceksin.

Sözler sertti ama bakışların şefkati Genç’te sadece hayret duygusunu artırdı. Bu gibi sözleri sonradan defterine kaydederken ne kadar anlam kaybına uğradıklarını düşünür, yazının ne olursa olsun sözün yerine geçemeyeceğini teslim ederdi. Bir yazı vardı bir de söz, göz ve öz üçlüsünden müteşekkil bir ordu… Yazı ya da okumak ne tesir meydana getirse de sohbetin tesiri bambaşkaydı. Okurken dolunabilirdi belki ama ancak sohbetle olunabilirdi.

Hakîm bu arada misafirlerini uğurlamak için kapıya doğru yöneldi. Misafirlerden birisi tam çıkacakken durakladı:

- Efendim, merakımı mazur görün, bugünkü sohbette insan ve düşmanları hakkında doyurucu bilgiler edindik, ancak bir noktayı çok iyi anlayamadım sanırım.

Hakîm Genç’e kaçamak bir bakış fırlattıktan sonra gayet kibar bir tavırla misafire soruyu sorabileceğini ifade eden bir işaret yaptı. O an Genç’in içinde bir şeyler kıpırdadı. Hakîm konuşulacakların kendisi tarafından duyulmasını istemiyor muydu acaba? Ama ne konunun esrarı, ne de alıkoyma tavrı, ikisine de takılmadı Genç. Hakîm’e bakarken sanki eline aldığı ruhun örgüsünü ilmek ilmek dokuyan bir zanaatkâra baktığını düşündü. Sonraları zihninde ulaştığı her şeyin sebep-sonuç ilişkisi içerisinde gerçekleşmediğini fark ettiğini yazacak ve hayretini izhar edecekti. 

Misafir kısa ve net bir soru sormuştu:

- Bir kötülüğün nefisten mi şeytandan mı geldiğini nasıl anlayacağız?

Genç, soruyu zihninde evirip çevirirken bir taraftan da böyle bir soruyu hiç sor(a)mayacak olduğunu düşünüyordu.

“Daha gönül gündemimde yok böyle bir şey…”

Sonrası için de çok emin değildi ama. O an gönlüne bir sızı geldi oturdu. Tıpkı dünyadaki bütün kitapların içerisinde okuyabileceklerinin sınırlı olduğunu anladığı, kitapların çoğunun kapağını bile çeviremeden gideceğini fark ettiği gün içine düşen sızı gibi… Hatta aynısı… Dudağını ısırdı; her sızıya bir dua merhemi bulmayı öğrenmişti:

“Aman Ya Rab! Hissedileceği hissetmeden, düşünüleceği düşünmeden terk-i dünya eden bahtsızlardan eyleme bizi!”

O bir hüzün deryasına dalmış gitmişken bu tarafta Hakîm ne cevap vermesi gerektiğini düşünüyordu. Muhtemelen bir başka soruyu doğurmayacak, net bir cevap arayışındaydı. Başı eğik, gözleri ayaklarında mıhlı dururken misafirler nefes almaya dahi çekiniyorlardı. Böyle bir müddet geçti. Neden sonra soruyu sorana yöneldi ve konuşmaya başladı:

- Kötülük sadece kendimize zarar veriyor, bir başkasına erişmiyorsa nefisten, yok bir ikinci kişiye daha zarar veriyorsa şeytandandır. Çok yemek mesela. Bir ikinci kişiye zararı yok, zarar sadece sana ait; o zaman kötülük nefisten geliyor. Ama gıybet mesela, başkasına da zarar veriyor; o zaman şeytandan geliyor. Hoş, şirket-i şeytaniye sadece katılım hesaplarını değil cari hesapları bile tepe tepe kullanmakta gayet mahirdir ama bu fasıl şimdi uzun sürer.

Son sözüne eşlik eden tebessümü –ki Genç buna nezaket tebessümü derdi- artık misafirlerin müsaade almaları gerektiğini gösteriyordu. Nitekim misafirler mesajı aldılar ve sözün gerisini sormadılar. Genç, şirket-i şeytaniyeyi bir köşeye not etti ama. Bir gün gelir, onu da öğrenirdi. Ya da öğrenemezdi, kim bilir. İçinde hala dipdiri duran o sızı daha bir farklı ışıldadı.

“Nasibim varsa öğrenirim, yoksa da ihtiyacım yokmuş der, geçerim…”

Birazdan Hakîm yerine oturmuş, elinde tespihi ile anlatmaya hazır bir hale bürünmüştü ama susuyordu. Gözleri bir derinlikte kaybolmuş gitmiş, hiç dönmeyecekmiş gibi asılı kalmıştı. Genç, Hakîm’i seyrederken bu sükûtun tadını çıkaramadı. Zihnini burgu gibi oyan o sorudan başını alamıyordu ki:

- Ne getirdim, ne getirdim, ne getirdim?

Bunu düşünürken, arka planda bir yerlerde bu soru ile cebelleşmenin aslında cevaba hazırlık olabileceğini düşünüyordu. Birisi öyle dememiş miydi: “Soru mu cevap mı? Tabii ki soru. Sorum harika olsun da cevap nasılsa gelir. Sorusuz harika cevabı kim ne yapsın?” Çünkü bilirdi ki sorusu olanın sorgusu vardır; sorusu olan arayandır. Arayan bulur. Bulanlar ancak arayanlardır, aramayan ne bulur ne de bulunur.

- Evet, ne getirdin?

Hakîm sanki daldığı yerden çıkıp da küt diye ona çarpmıştı. Gülümseyerek baktı kaldı. Yoktu verecek cevabı. Hakîm de bir cevap beklemiyordu zaten.

- Kapıdan girerken ne getirdiğinin farkında değildin ama şimdi çok tatlı bir hüzünlesin. Ama hüzün de olsa yükün, buraya dolu gelmemeye çalış. Gelebiliyorsan bomboş gel. Boş gel ki dolasın. Dolu kaba kimse bir şey koyamaz.

Hakîm susunca gözlerini indirmişti ama sanki bir şey tuttu gözlerinin perçeminden, kaldırdı. Hakîm gözü, özü ve yüzü ile tebessüm ediyor, sanki güneş gibi parlıyordu.

“Bu nezaket tebessümü değil işte, bu tebessümün hası…”

Gözleri buluşunca Hakîm tekrar konuşmaya başladı:

- Dualarına şunu da kat: Ya Rabbi beni işba halinden muhafaza buyur. İşbadan, yani dolmaktan, yani doymaktan sakın! İstiğna güzeldir, ama maneviyatta istiğna olmaz. Hep muhtacız, hep fakiriz, hep boşuz, hep hiçiz. O’na karşı ama, başkasına karşı ölçüler ne derse o geçerlidir. Zaaf yok, metanet ve irade var. Ama O’na karşı hep zayıfız. O doyurmazsa nasıl doyarız? O duyurmazsa nasıl duyarız? O bildirmezse nasıl biliriz?

Genç, içindeki sızının ışıltısının iyice arttığını hissediyordu. Yüzüne vuran ışıltıyı Hakîm de görüyor muydu acaba? O an Hakîm’in gözlerini indirdiğini fark etti. Bir başka şey daha oldu: İçindeki ışıltısının artışından, bunun yüzüne yansımasını fark edişinden utandı. Dolmak böyle bir şey miydi? Fark etme de bir tür dolmak mıydı? İşba halinin bir çeşidinin de bu olduğunu fark etmişti. Çıkarken zihninde tek soru vardı: “Fark ederek giden ne zaman farkında olmadan erecek?”


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.