Ya Yüz Yüze Gelirsek?
Site Özel
2511 okunma
Talha Özmen
Bir kent düşünün ki içinde yaşayanlar adına "Darülhilafe" desin. "Darülhilafe", yani; halifenin evi, hilafetin merkezi... Kadim İstanbul’umuzun 19. yüzyıldaki isimlerinden biri “Darülhilafetü’l-Aliyye”. Aynı tını değil mi, hiç uzak değil. Çocukken babanızın içli içli mırıldandığı, bol cızırtılı radyoya eşlik ettiği Anadolu türküsüne hazırlıksız yakalanmanın buruk tebessümü de oturdu işte yüzünüze, aynı tını... Birisi iki tane on yıl öncesinden, diğeri iki tane yüz yıl. Ruhlarımızda iki filiz, yeşermeyi bekleyen. Gönüllerimizde iki cenaze, selası ertelenen.
Demem o ki, hiç de uzak gelmesin kimseye. Uzak olduğunu düşünen varsa bizatihi insin Üsküdar’a, Fatih’e, Eyüp’e. Ecdat, bu topraklara "hilafetin merkezi" dedirtirken nasıl vermiş bu üstenciliğin zekatını kendi gözleriyle keşfetsin, temaşa etsin. İlk göreceği şudur ki, bir sürü camii. Büyük olanı, mescidden hallicesi; leb-i derya olup namazı pencere dibinde kıldıranı, dar sokaklara gizlenip bulabilmek için emek isteyeni; ahşap seveni, taşın serinliğinden vazgeçemeyeni; bir sokakta çifter çifter olanı.
Yukarıda saydığımız çeşit çeşit, şehrin etrafına mücevherat gibi serpilmiş binlerce camiden sıyrılan selatin camiler vardır bir de. Bizatihi dönemin sultanı ve halifesinin, asla devlet malına el sürmeden, kendi öz serveti ile halkına vakfeylediği camiler. Onlar da İstanbul’un nadide noktalarına, mücevheratın en değerlisi olarak paye edilmişler.
Ancak bir tanesi var ki diğer selatin camilerden ayrı bir haletiruhiye içine sokar beni. Ona yaklaşınca kalbim nabzımın yükselmesi gerektiğine hükmeder, başım öne eğilir. Beşiktaş’tan yukarı doğru adımlarken Barbaros Caddesini, ellerim sıkılı, avuçlarım terlidir. Yeterince yaklaşınca kafamı kaldırıp saat kulesine bakarım önce, kapısına doğru ilerlerim Yıldız Hamidiye Camii’nin. Mahcup girerim içeri, kulaklarımda 114 yıl öncesinde patlayan bir bombanın çınlaması, burnumda aynı barutun kokusu. İzlemeye doyamadığım bir çehresi var, keskin, dikdörtgensel, kaba ve gösterişsiz aynı zamanda da zarif. Banisinin karakteri ve hayatını mintan etmiş de giyinmiş dersin adeta, koca yürekli bina. İçeride huzura boğulurum, aydınlığı ve detaya verilen önem adeta solunacak durumdadır. Başımın üzerinde sağda ve solda iki ahşap sundurma, cennet mekân Sultan Abdülhamid Han Hazretleri ikisinden birinde eda ediyordu cuma namazlarını, içim kıpır kıpır. Ama utancımdan kafamı kaldırıp da bakamıyorum, ya yüz yüze gelirsek.
Mevsim yaz, cumartesi günü, öğlen namazına beş dakika var, camii boş. “Dolacaktır” diyorum yine kendi kendime. Birazdan gelecekler. Ezan başlıyor, imam efendi geliyor. Altı kişiyiz toplamda. Sünnet kılınıyor, sayımız yediye çıkmıyor. Sessiz bakışma ve anlaşmalarla müezzinimizi seçiyoruz, imam efendi öne geçiyor ve biz bir tam saf bile edemeyenler kulaklarımızda 114 yıl öncesinden kalma bir çınlama, burunlarımızda aynı barutun kokusu. Bir kez daha Darülhilafe’de, halifeye kast eden bombanın sarsıntısı ile namaz kılıyoruz. Hiç de uzak değil...
GENÇ'ın Yazısı.