Gözle görülmez bir nesnecik, hepimiz için çok boyutlu bir imtihana dönüşmüş bulunuyor. Kendimiz, kalbimiz, aklımız, ailemiz, çevremiz, yaşadığımız ülke ve bütün bir dünya, bu imtihandan etkilenecek. Ekonomik, siyasî, sosyal, psikolojik ve daha birçok boyutta, insanlık olarak bu virüsün tesirlerini belki uzun yıllar boyunca yaşamaya devam edeceğiz.

Dünyamız gözlerimizin göremediği, ama insanlığı yerlere seren bir düşmanla boğuşuyor. İlâç veya aşı geliştirme çabaları devam ederken, kurban sayısı da her geçen gün artıyor. Belki rahata biraz fazla alıştığımızdan, hepimizi hazırlıksız yakalayan, farklı ve şaşkınlık verici bir süreçten geçiyoruz. Ancak, dikkatle baktığımızda, bu zor süreçten de faydalı bir şeyler öğrenerek çıkabilmek mümkün görünüyor. Bu sayfayı, belki size de ilham olur diye düşünerek, “virüsün öğrettikleri”ne ayırdım.

* * *

“Modern çağda, hiçbir şey eski dönemlere benzemeyecek. Her şey tümüyle farklılaşıyor. Yepyeni zamanlara hazır olalım” türünden “fütüristik” yorumlara eskiden beri ısınamamışımdır. Bunun sebebi, yaşanan onca değişim ve dönüşüme rağmen, Allah’ın hayata ve insana yerleştirdiği özün ve koyduğu kanunların (Kur’ân buna “sünnetullâh” der) değişmeden kalacağına iman ediyor olmam. Dışarıda görünen bütün başkalaşım süreçlerine rağmen, içteki cevher aynı kaldığındandır ki İslâm, tüm zamanlara mükemmel biçimde cevap verebilen bir din. Yeter ki, anlarken ve yorumlarken o kemâlin peşinde olalım. Aksi takdirde İslâm, modern zamanların gerisinde kalırdı.

Bilhassa doğal afetler ve virüs salgını türünden imtihanlar, insanı yeniden “fabrika ayarları”na döndüren gelişmeler. Modern çağın ve imkânların tamamen aciz kaldığı, insanın kendi kendisiyle yüzleştiği, en yalın ve çıplak halini aynada gördüğü hadiseler.

Virüsün öğrettiği (veya yeniden hatırlattığı) ilk şey de bu oldu:

Onca cafcaflı teknolojik gelişmeye, fütüristik teorilere, ulaşım ve iletişimde ulaşılan zirve noktalara rağmen, insanoğlu acizdir. Kendi kendine yetememektedir. Yalnız ve çıplaktır. Ve, Yaratıcısı’nın merhametine muhtaçtır.

* * *

Kalabalıklardan uzaklaşın… Aile ile yalnız kalın… Çocuklarınıza ve yakınlarınıza odaklanın… Vaktinizi en kaliteli biçimde değerlendirin… Temizliğinize azami dikkat gösterin… Ellerinizi ve vücudunuzu sıklıkla yıkayın, bunu yaparken de sabun kullanın…

Virüsle mücadele için yapılan tüm bu ve benzeri tavsiyeleri dinlerken, aslında, yaşadığımız sürecin bir tür “fıtrata dönüş” olduğunu düşünmemek mümkün değil. Allah adeta, gözle göremediğimiz bir virüs üzerinden, bize ders veriyor: Evlerinize dönün! Ehlinizin terbiyesine odaklanın! Kalabalıklar içinde lüzumsuz vakit kaybetmeyin!

Çocuklarının bakım ve terbiyesini hanımlarına yıkan nice Müslüman baba, mecburen evde şimdi. Hadi bakalım, siz de mecburen sorumluluk almaya. Onca öğüt fayda etmedi, bir virüs, sizi “sürünüzün” başına getirdi. Kolay gelsin. Bereketli olsun.

* * *

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “camilerde cemaatle namaza ara” kararı, ilginçtir, bazı yerlerde cemaatle din görevlileri arasında gerilime neden oldu. “Öleceksek camide ölelim” diyenleri mi ararsınız, “Melekler bizi korur, bize virüs bulaşmaz” diyenleri mi, “Abdestliyiz evelallah” diyenleri mi, “Namazı bırakamayız, Allah’ın dediği olur” diyenleri mi…

Oysa selîm fıtratlı ve kavrayışlı herhangi bir Müslüman bilir ki (veya bilmelidir ki), herhangi bir musibetle karşı karşıya kaldığımızda, elimizden geldiği kadar tedbirli olmak da İslâmî bir görevdir. Üstümüze doğru gelen bir arabadan kaçmak, elimizde bir demirle elektrik prizini kurcalamamak, bıçakla meyve keserken bileklerimizi de kesmemek, kışın soğukta üşütmemek için gayret göstermek nasıl “aklın gerektirdiği fıtrî tavırlar” ise, malum virüse karşı kendimizi korumak için kalabalıklardan ve insanlarla yakın temastan kaçınmak da vazifedir.

Duanın iki türü vardır: Sözlü ve fiilî dua. Hacetimizi dille ifade, tevbe-istiğfâr, tesbihât, tefekkür ve tezekkür gibi eylemler birinci türe örnek teşkil eder. Dünya ölçülerinde ve bilgimiz çerçevesinde tedbirlerimizi almak, bilenlere danışmak ve onların tavsiyeleri çerçevesinde hareket etmek, sıkıntılı zamanlarda yetkililerin talimatlarına uymak gibi hususlar da ikinci türdeki duanın örnekleridir. Musibetler karşısında emniyet ve metanetimizi koruyabilmek, bu iki türün bir arada ve birbirine sürekli eşlik etmesi suretiyle gerçekleşir.

Yöneticilerimiz virüsle mücadelede canını siper ederken, halkımız arasında, “tedbiri, takdire muhalif gören” inatçı ve nasihat kabul etmez bir tavra da şahit oldum sık sık. İçinden geçtiğimiz sürecin bana gösterdiği bir diğer nokta da “İslâm nedir?” sorusuna verdiğimiz cevaplardaki çeşitlilik oldu. “İslâm, insana zarar verecek bir şekilde yorumlanabilir mi?”, “İnsanın sağlığını korumak için alınan zarurî tedbirlere direnmek, dinî bir tavır olabilir mi?”, “Başkalarına zarar verecek girişimlerde bulunarak, gönül huzuruyla ibadet mümkün mü?” gibi sorular da mecburen birbirini izledi.

* * *

Kimin kaç gram olduğu, kriz anlarında ortaya çıkar. Virüsün meydana getirdiği kriz de böyle oldu:

Süreç tevekkülümüzü, imanımızı, ölüme karşı tavrımızı, dünyaya bağlılık derecemizi, hayatı nasıl algıladığımızı, önceliklerimizi, vakitlerimizi neyle doldurduğumuzu, hayatımızda neyi gaye edindiğimizi ve daha birçok şeyi tartabileceğimiz bir teraziye de dönüştü.

Süpermarketleri yağmalamak mesela, tedbire mi işaret eder, yoksa tevekkülsüzlüğe mi? Alınan onca şeyin kaçta kaçı gerçekten ihtiyaç sahibi tarafından kullanılacak, ne kadarı çöpe gidecek? Aldığımız tedbirler, acaba içimize çöreklenen “hiç ölmeme” isteğinin muzır bir uzantısına dönüşmüş olabilir mi? Soruları herkes kendi kalbine ve meşrebine göre artırabilir.

* * *

Gözle görülmez bir nesnecik, hepimiz için çok boyutlu bir imtihana dönüşmüş bulunuyor, velhâsıl. Kendimiz, kalbimiz, aklımız, ailemiz, çevremiz, yaşadığımız ülke ve bütün bir dünya, bu imtihandan etkilenecek. Ekonomik, siyasî, sosyal, psikolojik ve daha birçok boyutta, insanlık olarak bu virüsün tesirlerini belki uzun yıllar boyunca yaşamaya devam edeceğiz.

Çok değil, bundan daha birkaç ay öncesine kadar, bu çapta bir sarsıntı kimin aklına gelirdi ki? Elbette hiç kimsenin.

Virüs salgını ortaya çıktığından beri, sürekli olarak zihnimde dönüp duran bir ayet var: “Rabbinin ordularını, O’ndan başka kimse bilmez...” [Muddessir/31]

Gerçekten öyle değil mi?


Taha Kılınç'ın Yazısı.