Bu ifadeleri kaleme alanlar muhtemelen divitlerini kalp hokkasına batırıp yazdılar ki okuyanın önce sadrı dalgalanıyor, o dalga vardığı sahilde sönüp gitmiyor, yeni bir başka muhatap arıyor, teselsül bereketi ile kalpten kalbe akıp duruyor. Zihinlerin karmaşaya düştüğü ve kalp cenahı ile irtibatının koptuğu zamanlarda sadırdan sadra yol bulan bu bereketli dalga bizim hiç kaybolmayacak umudumuzdur.

- Söylüyorum bak, not al…

Gözleri gök kadar derin Genç, hızlıca baş selamı verip kenara bir yere ilişecekti. Kulağında cep telefonu ile ayakta duran Burhan, buna mani oldu. Elini uzattı, tokalaşmak için aldığı elin sahibini tutup masasının yanındaki koltuğa kadar götürdü, bir taraftan da konuşuyordu:

- Yemek yemenin farzları. Tam altı adet.

Genç otururken şaşırmış bir eda ile Burhan’a bakıyordu. Burhan muzip bir şekilde tebessüm etti:

- Yazıyor musun? Birinci farz: aç olmayacak kadar yemek. İkincisi, yemeği yediğinde ağzına gelen lezzeti Allah’tan bilmek. Üçüncüsü doymayı da Allah’tan bilmek. Dördüncüsü helalinden yemek. Beşincisi yemeğin verdiği güç ile Allah’a kulluk etmek. Sonuncusu, kanaat etmek.

“Ben de yazsam mı acaba?”

- Tamam mı? Bak, bir de haramlar var, onları da bilmek ister misin?

Muhatabı artık ne söylediyse tatlı bir kahkaha ile mukabelede bulundu:

- Evet, yemek yemenin haramları. Haydi, onları da yaz çabucak, misafirim geldi, bekletmeyelim.

Bu arada tekrar Genç’e baktı, göz kırparken yine tebessüm etti.

- Karnı doyduktan sonra yemek, israf etmek, haram olan için besmele çekmek, davetsiz yere gitmek, başkasının yemeğini izinsiz almak, sağlığı bozacak şeyler yemek, altın ve gümüş tabaktan yemek, riya ile hazırlanmış yemekten yemek, adak adadığı şeyden yemek.

Burhan telefondaki muhatabının tepkilerine gülüyor, fakat sesindeki ciddiyeti hiç bozmuyordu:

- Yalnız haberin olsun; karnı doyduktan sonra yemekle ilgili iki istisna var. Misafiri teşvik için karnın doysa da ev sahibi olarak yemeye devam edebilirsin. Bir de sahurda sınır yok.

Telefonu kapatıp da Genç’in karşısındaki koltuğa oturduğunda hala gülüyordu. Genç’in konuşmasına mahal vermeden aklındaki soruyu cevapladı:

- Mızraklı İlmihal’den bunlar.

- Mızraklı ilmihal mi?

- Evet, mızraklı ilmihal. Osmanlının itikat, amel ve ahlak dünyasının başucu kitabı. Diğer adı cennetin anahtarı. Miftah-ül Cennet. Yazarı bilinmiyor. Sıbyan mekteplerinde başlangıç kitabı olarak okutulmuş.

- Var mı yeni baskısı?

Burhan uzandı, masasından bir kitap aldı:

- Bende fazla var bir tane, buyur.

Genç teşekkür ederken, Burhan zengin kitaplığına doğru bir el işareti yaptı:

- “Yandı kitaplarım, ne garip bir hâl oldu! Sonunda bana kalan, yalnız ilmihâl oldu.”

Genç gözlerini gayriihtiyari kitaplığına doğru çevirirken Burhan güldü:

- Necip Fazıl’dandı o dize. Bu ve benzeri bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kitap bütün inkâr ve sapkınlığa karşı saf ve temiz ahalinin cankurtaran simitleri olmuş.

- Mevlid mesela, değil mi?

- Evet, Süleyman Çelebi merhumun Vesile’tü-Necat’ı. Mesnevi, Şifa, Ahmediyye, Muhammediyye, Kara Davud, Müzekkin-Nüfus, Tenbih’ül Gafilin, Marifetname, Battal Gazi, Hz. Ali’nin Cenkleri…

- Dedemin kütüphanesinde bir Kara Davud vardı mesela.

- Yazarına nispetle öyle denmiş. Aslında salavat mecmuasıdır. Ama menkıbe, hikâye ve kıssalarla genişlemiş ve halkın anlayacağı, hoşlanacağı bir muhteva çıkmış ortaya.

- Biraz da hurafe karışmış, sanıyorum.

- İster istemez. Şimdi doğru kaynaklara erişim imkânı mevcut. “Khuz ma safa, da’ ma keder-Safa vereni al, keder vereni bırak.” Ama bu kitaplardaki algının her şeyi aşıp geldiğini görmek lazım. Orada makasıd ile ilgili bir şey var ki o hem o kitaplara sarılanları tutmuş, hem de kitapları muhalled kılmış.

- Muhalled?

- Ölümsüz yani. Aslında kasıt o değil de, filanca yazarın “muhalled eseri” ifadesindeki kasıt ile söyledim. Yoksa muhalled olan kitap bir tanedir.

Genç ilgi ile bakıyordu. Burhan gibi sahih ve duru İslam’a ilişkin kaygıları hep önde olan birisinin Mızraklı İlmihal, Kara Davud gibi kitapları gündemine alması dikkatini çekmişti. Burhan sanki zihnini okumuş gibi konuşmaya başladı:

- Kitapların da kaderi var. Bugün muhtevasına bakıp kıyasıya eleştireceğimiz kitaplar nasıl olmuş da ruh kökümüzün can suyu olmuş? Müelliflerinin nasıl bir nasibi varmış? Mızraklı ilmihalin yazarı bile belli değil. Bunlar nasıl bir yerden kavramışlar dini ki zamanları aşıp gelmişler ve en önemlisi kendilerine yapışanları bir dairede tutmayı başarmışlar.

Masasından bir kitap daha aldı:

- Bak şöyle bir hadis var: “Allah nasıl rızkı aranızda paylaştırmış ise ahlakı da öyle paylaştırmıştır. Allah dünya nimetlerini sevdiklerine de sevmediklerine de verir, ama dini (dindarlığı) ancak sevdiklerine verir. Allah kime dini vermiş ise kesin olarak onu sevmiştir.”

Genç’in zihninde başka bir hadis belirdi:

- “Allah kimin için hayır dilerse onu dinde anlayış sahibi kılar.”

- Rızık nasıl paylaştırılmışsa dindarlık da öyle paylaştırılmıştır. Allah dini ancak sevdiğine verir. Hakkında hayır istenen kul dinde ince anlayış sahibi olur. İnce anlayış nedir? Allah neyi ister, bunu bilir. Buna makasıd derler. Dinin bir gayesi, hükümlerinin hikmet ve manaları vardır. Bunun bir diğer adı da din sırlarının ilmidir. İlimlerin en önemlisi de budur.

- Dinin gayeleri diye ayrı bir inceleme alanı var o zaman?

- Makasid’üş-Şeria isminde böyle bir alan var, ama çok geliştiği söylenebilir mi, emin değilim. Gazali’ye göre makasıd üç kısımda incelenir: Zarûriyyât, Haciyyât ve Tahsîniyyât. Zarûriyyât, toplumun dirlik ve düzeni vazgeçilmez hak ve değerleri ifade eder ki bunlar; hayat (can), nesil (nesep, ırz), akıl, mal ve dinin korunmasıdır. Hâciyât, zaruret derecesinde olmamakla birlikte hayatın düzenli biçimde yürümesini sağlayan faydalardır. Alış verişle ilgili hükümler mesela, böyledir. Tahsîniyyât da hayatı kolaylaştıran ve güzelleştiren faydalardır. Görgü kuralları, yeme içme âdâbı gibi.

Genç, konunun kitaplarla bağlantısının nasıl kurulacağını merak ediyordu. Cevap gecikmedi:

- Makasıd’ın bir hikmet boyutu var. O boyut mesela Mızraklı’da nasıl tecelli etmiş? Şimdi eline alan bu kitabı, “şurası yanlış, burası hurafe” diye kesip biçiyor. Tamam, kes biç de kendisi bu zamana nasıl geldi, kendisine yapışanı nasıl muhafaza etti, onu da bir sor, araştır, düşün, bir gündemine al, değil mi?

Genç güldü:

- Yansın kitaplarımız, garip bir hâl olsun! Sonunda bize kalan, yalnız ilmihâl olsun.

Burhan gülmüyordu:

- Herkesin fena halde akılcı ve faydacı olduğu şu teknolojik fitne çağında sanırım öyle olacak.

Gözleri gök kadar derin Genç eve döndüğünde istirahate çekilene kadar Burhan’ın hediye ettiği Mızraklı İlmihal ile meşgul oldu. Okudukça içinin açıldığını hissetti. Namaz bahsi ile ilgili aşağıdaki kısmı günlüğüne yazdı:

“Ezan-ı Muhammedi okundukta İsrafil aleyhi’s-selam Sur’u üfürüyor deyü ve abdeste kalkarken kabrimden kalkıyorum deyü, camiye giderken mahşer yerine gidiyorum deyü, müezzin kamet edip, cemaat saf saf ölürken bu insanlar mahşer yerinde yüz yirmi saf olup seksen safı bizim peygamberimizin ve kırk safı sair peygamberlerin ümmetleri olsa gerektir deyü, imama uyduktan sonra imam Fatiha-yı şerifeyi okurken sağımda Cennet, solumda Cehennem, ensemde Azrail, karşımda Beytullah, önümde kabir, ayağım altında Sırat, acaba benim sualim asan olur mu, ettiğim ibadet ahirette başıma tac ve yanıma yoldaş ve kabrimde çerağ olur mu, yoksa kabul olmayıp eski bez gibi yüzüme vurulur mu deyü tefekkür etmek gerek.”

Devamına da şu notu düştü:

“Bu ifadeleri kaleme alanlar muhtemelen divitlerini kalp hokkasına batırıp yazdılar ki okuyanın önce sadrı dalgalanıyor, o dalga vardığı sahilde sönüp gitmiyor, yeni bir başka muhatap arıyor, teselsül bereketi ile kalpten kalbe akıp duruyor. Zihinlerin karmaşaya düştüğü ve kalp cenahı ile irtibatının koptuğu zamanlarda sadırdan sadra yol bulan bu bereketli dalga bizim hiç kaybolmayacak umudumuzdur. O kaybolmaz ama biz kaybolabiliriz. Ne zaman kaybolduğumuzu hissetsek işte bu kitaplar bir sahil-i selamet olarak yanımızdadır ve iyi ki öyledir.”


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.