Dilini Tut!
“Mektep” atıldı, yerine Fransızcanın ekolü, okul oldu. Hâkimiyeti, “hegemonya”dan egemenliğe çevirip meclisin duvarına astık. Arapça kelimeler sel, sal eki alıp medenileştiler meşrulaştılar. Böylece birçok kelimeyi sala bindirip sele verdik. Atalarımızın dili diye Moğolcadan yargıtay, sayıştay, danıştay gibi taylı kelimeler alındı.
ilini tutmak” deyimi, sonunu düşünmeden, gelişigüzel konuşmaktan sakınmak anlamına gelir. Bu deyim ilk ortaya çıktığında, dilde yozlaşma ya da herkesçe bilinen, kullanılan kelime ve kavramların yerine, yenilerini ikame etme gibi bir anlayış büyük ihtimalle yoktu. Olsaydı, bu deyimden bir murat da “diline sahip çık, kelime uydurma, kendi dilinde karşılığı olan bir şeyi yabancı kelimelerle anlatma” olurdu. Müktesebatımız içinde “dil”, “lisan” geçen epey metnimiz var. Peygamberimizin “Müslüman elinden ve dilinden başkalarının emin olduğu kimsedir.” hadis-i şerifindeki Müslüman’ın “dil”inden emin olmaya hiçbir şârih, “başkalarını uydurma kelimelerle rencide etme, zihinleri bulandırma” manası yüklememiştir. Yani kelime uydurma, varolan, herkesçe bilinen sözcüklerin yerine yabancılarını, uydurmalarını kullanma yeni bir şey. Mutasavıflara göre zaten “lisân-i hâl” olmayınca “lisân-ı kaal” kâfi gelmez.
Kişilerin birbirleriyle anlaşmak için kullandığı sembolik sisteme dil diyoruz. İnsanlar arası ilişkiler gibi, kurumlar ve toplumlar arası ilişkiler, kişilerle kurulur; dil ile sürdürülür. Toplumda madde ve kavram olarak var olan her şey dil’de de vardır. Din, kültürel ve tarihî miras, ancak dil aracılığı ile yeni kuşaklara aktarılır. Bu manada dil, kültürel muhtevanın bir ansiklopedisi, hazinesi ya da sözlüğü gibidir. Dil millete aittir, fertlerin ve zümrelerin dili olmaz. Dil millîdir, şahsî olan üslûptur. Dil elbette akademik çalışmalarla desteklenmeli ve zenginleştirilmelidir.
İnsan, hayvanlardan farklı olarak tecrübelerini biriktirip, kendinden sonraki nesillere geliştirerek aktarıyor. Yazılı ve sözlü dil, bu kültür verasetini aktarmada çok önemli bir rol oynuyor. Bu manada yazı ve dil, milletin dünü, bugünü ve yarını arasında irtibatı sağlayan bir kültür köprüsü. Bir milletin dilini inceleyerek tarihî macerasını, ilişkilerini, ekonomik ve sosyal faaliyetlerini, ahlâk ve tefekkürünü yakalayabiliriz. Aynı şekilde bir milletin dilini ifsat ederek, zikredilen yapı taşları yerle yeksan edilebilir. Cemil Meriç “kamusa uzanan el namusa uzanmıştır” diyor. Bu, yalnız sözlüğe açılacak bir savaşın bir milleti toptan yok edebileceği anlamına gelir.
Dil bir belgeler hazinesi. Belki bugünkü nesillerin konuştuğu, yazdığı kelimeler ve terimler aktif kullanımda olmak zorunda. Ancak eski edebî metinlerde, kitaplarda çoktan yerini almış kelime grupları pasif bırakılmayarak, en azından eş anlamlı olarak kullanılmaya devam edilerek dil zenginleştirilebilir. Millet haline gelmenin en önemli faktörlerinden biri anlaşmayı temin edecek ortak bir dil. Zengin bir dil, o nispette başarılı ve verimli bir düşünce zemini oluşturur.
Dil üzerinde ilk oyunlar cumhuriyetle birlikte, yeni kimlik inşası sancıları ile başladı. Türkçeyi bir taraftan şark dillerinden, bir taraftan da İslam tesirinden kurtarmak, Frenkçe kelimelere yol vermek gerekiyordu. İslam kültür ve medeniyetine düşmanlığı bulunan, milleti tarihî kitaplığından koparmak isteyen, ortak kelime hafızamızı dağıtmayı hedef alan art niyetliler meydanı boş bulup, bu konuda yazdılar, çizdiler. “Mektep” atıldı, yerine Fransızcanın ekolü, okul oldu. Hâkimiyeti, “hegemonya”dan egemenliğe çevirip meclisin duvarına astık. Arapça kelimeler sel, sal eki alıp medenileştiler meşrulaştılar. Böylece birçok kelimeyi sala bindirip sele verdik. Atalarımızın dili diye Moğolcadan yargıtay, sayıştay, danıştay gibi taylı kelimeler alındı. Dil teorisyenlerimiz, “Güneş-Dil” nazariyesi ile Yunan, Avrupa ve Arap dillerinin Türkçeden çıktığını ispat etti! (Mesela ‘Amazon’ kelimesinin ‘ammada uzun’ terkibinden türediğini bulduk!) Zaten tarihçilerimiz de bütün eski medeniyet ve kavimlerin Türklerden neşet ettiğini anlamışlardı! Bu aşağılık duygusunu maalesef aydınlar icat etmiş ve salgın bir hastalık gibi hepimize bulaştırmışlardır. Tabi kelime türetmek için önce icat yapmak gerekiyor, derin tefekkür gerekiyor. Değişik bilim dallarında Türkçe kavram ve terimler de üretilebilir. Ancak bu yolda havanda su döverek, emekleri “arı dil”, “uydurukça”, “yaşayan dil” safsatalarıyla savurmamalı.
Bir insanın zekâsı bildiği kelime sayısıyla orantılı kabul ediliyor. Bu yüzden çocukları zengin bir dil dünyası içinde eğitmek önem arzediyor. Yapılan bir araştırmada İngiltere’de ve Almanya’da ilk eğitimden geçirilen çocukların kitapları ortalama 71.000 kelimeyle yazılıyor. Bu rakam Japonya’da 44.000, İtalya’da 32.00 civarında. Türkiye’de ilköğretimden mezun bir çocuğun karşılaştığı kelime sayısı ortalama 6.000 civarında.
Her konuda olduğu gibi geçmişe hasretle bakmak, hem bugünden duyduğumuz sıkıntıyı hem de gelecekten duyduğumuz endişeyi belirtir. Yoksa derdimiz geçmişe saplanıp kalmak değildir. Bir dilin öğrenimi aynı zamanda bir toplumun, bir kültürün yazılı ve sözlü muktesebatını devralmak demektir. Biz öğrendiğimiz kavramlarla düşünürüz, düşünceyi şekillendiren işleten dildir. Dil, kültür mesaimizin bir göstergesidir. Ne düşündüğümüzü ne oluşturduğumuzu ne şekilde ifade ettiğimiz anlatır. Dil, bu bakımdan toplumun ilerisine gidemez. Topluma ait olanın ötesine gitmek ancak uydurma ile olabilir. Diğer yandan psikiyatristler “neolojizm” adını verdikleri “kelime uydurmacılığı”nı şizofreni belirtisi kabul edip, tedaviye muhtaç bir durum görüyorlar. Yabancı dil öğretiminde de dikkatli olmak gerekiyor. Yabancı dil bir araç olarak değil de bilimin gereklerinden biri olarak öğretilirse, bu dilde söylenenler, bilimin ta kendisi gibi algılanır.
İlk iş kendi kelime ve kavramlarımızla kendimizi anlatmak olmalı. Kendi meselelerimizin yakıcılığını, umutlarımızı, sevincimizi, taleplerimizi ifade etmek için uyduruk, yabancı kelime ve kavramlara ihtiyaç yoktur. Kendi dilimizde meramımızı anlatacak, kendimizi ifade edecek, kelime ve kavramlar mutlaka vardır. Dil ancak böyle tutulur ve gelişir.
Ali Can'ın Yazısı.