Türkiye’de entelektüel kimdir, neye benzer dediğimizde, kanlı canlı olarak gösterebileceğimiz az sayıda insandan biri Alev Alatlı Hoca. İlginç hayat hikayesi, 35’i aşkın eseri, Kapadokya Üniversitesi’nde yaptıkları, Türkiye için mücadelesi, yerli bir fikir ve duruş inşa etme çabası, tüm bunların yanında bitmek tükenmek bilmeyen üretme aşkı onu çok farklı bir konuma sürüklüyor.

11 cilt olarak planlanan, 6.500 sayfası hazırlanmış, 2 cildi ise yayımlanmış Nasihatname serisini konuşmak üzere kapısını çaldık. Çok verimli bir sohbet oldu, buyurun beraber bakalım. 11 cilt olarak tasarlanan ve ilk iki cildi yayımlanan Nasihatnameler üzerine konuşarak başlamak isterim. Siz bu kitaplara “ömrümün kefaretini Türkiye’ye ödeme gayreti” diyorsunuz. Burayı biraz açabilir miyiz? Neyi kastediyorsunuz?

“Kefaret” malum “günahları telafi etme, ortadan kaldırma” anlamına gelen bir sözcüktür. Beni yetiştiren, yediren, içiren, okutan, bu günlere getiren ülkeme olan borcumu öderken eksikli veya kusurlu bıraktığım bir şeyler varsa, ki ille de vardır, onları bu Nasihatname serisi ile telafi etmeye gayret ediyorum.

Ülkeme borcum demişken; İzmir, Ağrı, Tokyo, ABD, ODTÜ hattında ilerleyen çok ilginç bir eğitim serüveniniz var. Ancak birkaç ömre sığacak bir hayat yaşamışsınız. Eserleriniz ve ortaya koyduğunuz duruş bugünün Türkiye’sinde son derece anlamlı. Peki bu nasihatnamelerle muradınız tam olarak nedir efendim? Bu eserler nasıl görülürse gönlünüz mutmain olur?

Dediğiniz gibi pek az kişiye nasip olan bir eğitim ve hayat serüvenim var. Ben uzun yıllar içinde gördüğümü, öğrendiğimi, deneyimlediğimi anlatayım, sizler de benden aldıklarınızla 21. yüzyıldaki hayatınızı avansla sürdürün istiyorum. Yaşımı yaşınıza katın, biyolojik yaşınız genç; akıl ve tecrübe yaşınız asırlık olsun. Gözlerinizi yaşadığınız ortamın dışına çevirebilirseniz, dünyanın aslında nasıl bir yer olduğunu hissedebilirseniz mutmain olurum. Farkındalık yaratmak isterim. Gerisi size kalmış.

Bu serinin ilk iki kitabı “Fesüphanallah” ve “Hafazanallah”ın kapaklarında dikkat çekici bir ifade var. İlkinde “America the Beautiful”, ikincisinde “All American He-Man” sözleri yer alıyor. Bu ifadeleri seçmenizin özel bir anlamı vardır diye düşünüyorum, kitaplarla yeni tanışacak kişiler için bu ifadelerin niçin kullanıldığını paylaşabilir misiniz?

“America the Beautiful” malum Amerikalıların NBA turnuvalarından ulusal bayramlarına hemen her törende söyledikleri şarkıdır. Elvis Presley’den Diana Shore’a kadar hemen her ünlü seslendirmiştir. Buna karşın ABD’nin dünyadaki performansını asla doğrulamadığı bir güzellemedir. O nedenle kendi adıma yaka silkerim: Fesüphanallah!

“All-American, He-Man” de kovboylardan başlayarak, Supermen, Captain America, Robokop, Terminatör vb. “erkek-adamlar”a gösterilen itibardır. El Gureyb hapishanesini, Guantanamo’yu düşününce, Hafazanallah, Allah “Amerikalı erkek adamlar”dan korusun diyorum!

Kitap boyunca bazı cümleleriniz “yavrum” diyerek bitiyor. Bu satırları kaleme alırken daha çok gençleri öncelediğiniz sonucunu çıkartabilir miyiz? Yeri gelmişken sormadan geçmeyeyim, bugünkü gençlerden şikayet edenler çok, siz nasıl görüyorsunuz genel anlamda Türkiye gençliğini? İmkanları, zaafları nelerdir?

Nasihatnameler kızıma bıraktığım emanettir; kendi çocuklarına ve öğrencilerine okutmasını dilerim. Bu bağlamda elbette gençlere hitap eder, nitekim 21. yüzyılla halleşecek olan sizlersiniz. Siborglarla, Yapay Zeka ile karşı karşıya siz kalacaksınız. Neyle karşı karşıya olduğunuzu bilmeniz, okuduklarınızdan seyrettiklerinize kadar doğru değerlendirmeniz, gerekli olmanın ötesinde hayatidir. Fenersiz yakalanmayın, ökseye tutulmayın isterim. Post modern dünya, rol modellerinizi tehdit ediyor. Gelinen noktada yürekten saygı duyduğunuz, izinden gitmeyi umduğunuz pek kimse de kalmadı gibi. Zaafınız, olaylara tek bir pencereden bakma alışkanlığınızdır derim. Tek bir pencereden bakma ve alternatif düşünceden ürkme. Oysa imkanlarınız benim kuşağımın tahayyül edebildiğinin çok çok üstünde. İnternet, dünyayı doğru okumanızı sağlayabilecek en büyük imkanınızdır derim.

“Fesüphanallah”da daha çok Amerika nedir, Amerikalı kimdir üzerinde duruluyor ve bize şunu gösteriyor: Amerika’yı çok iyi bildiğimizi zannediyoruz ama aslında bilmiyoruz. Gördüğümüzü zannettiğimiz şey tavşanın suyunun suyu herhalde... Amerika’yı anlamadan bugünkü dünyayı anlamak da neredeyse mümkün olmuyor.

Bugünün hakim kültürü ABD’dir, o nedenle anlatmaya oradan başladım. Ancak, Anglo-Saksonları bilmezseniz, Avrupa’dan haberiniz yoksa, ABD’yi doğru değerlendiremezsiniz. Öte yandan, Avrupa, Roma bilinmeden bilinmez. Roma, eski Yunan’sız, Mezopotamya’sız, Afrika’sız olmaz. Hasılı 20-22 yüzyılla bir biçimde ünsiyet kesbetmek zorundayız.

Çok ciddi bir tarih okuması gerekiyor o halde.

Elbette tarihi çok çok iyi bilmeliyiz ama düz bir çizgide “ilerlediği” zannedilen tarihi değil. Bize bir bakış açısı lazım... Hiç olmazsa kaba hatlarıyla insanlığın geçmişini bilmek gerek. Başka türlü işin ucunu yakalayamayız.

Amerika özellikle zordur, 1800’lü yılların ikinci yarısından itibaren, durdurak bilmeden algı operasyonları çekerler, sadece bize değil kendi halklarına da. Kendilerini gerçekten de dünyanın en demokratik, en yiğit, en iyi insanları olarak takdim ederler.

“Amerikan Rüyası” gibi.

Evet. Ne yazık ki, kendi kurgularına kendileri de kanarlar. On altı milyon aç çocuk yaşar, daha doğrusu ölür de ülkelerinde mesele yapmazlar.

Kitabın içinde sık sık “Necefli Maşrapa”lar ve “Pencere”ler karşımıza çıkıyor, bunların ne anlama geldiğini sormak isterim?

“Pencere”ler anlatılan olayın bir yüzü, bir veçhesi anlamındadır. Bir olaya birden fazla pencereden bakabilirsiniz, hakikati bulmanız için öyle de yapmanız, çeşitli açılardan bakmanız gerekir.

“Necefli Maşrapa” TRT’nin siyah-beyaz günlerinden kalmadır. Belki siz hiç görmediniz o dönemleri. Yıllar önce yayın şu ya da bu nedenle kesildiğinde ekrana bir maşrapa resmi koyarlardı. Necef taşlarıyla süslü bir 14. yüzyıl maşrapası. Niyesini, niçinini de açıklamazlardı. Ben metnin ana akışının dışına çıktığım zaman uyarı niyetine kullanıyorum. “Necefli Maşrapa”yı gördüğünüzde hariçten bir gazelin geldiğini anlamalısınız.

Kitabın bir bölümünde Roma’nın temelleri, hemen devam eden yerlerde Rockefeller, Salem cadı avları, Rothschild, İştar dergisi anlatılıyor. Birbiri ile alakasız, uzak gibi görünen bu şeylerin hepsi birbiriyle ilişkili bir biçimde devasa bir bütünü ifade ediyor aslında. Kitap boyunca bazen çok fazla detay okuyormuşuz gibi geliyor ama o detaylar olmadan hikayenin tamamını içselleştirmek mümkün değil sanırım?

Hayır, mümkün değil. Ancak, o anlattıklarım ne “hikaye” ne de “detay” yavrum. Örneğin, Roma hukukunun “utendi et abutendi” yani “kullanmak tüketmektir” anlayışı, Avrupa insanının zihnini şekillendiren, doğru yanlış cetvellerini tanzim eden adalet anlayışıdır. Keza, eşinin ve çocuklarının tek sahibi, köle olarak satma hakkı olan “Patrio” yani “peder” kavramı bilinmeden Avrupa toplumu bilinemez. Diyeceğim, detay filan değil, olayın ta kendisi. Karşı kampı, Batılı modern kampı, Tanzimattan bu yana tanıyamadıysak, İştar’la örneğin, İsa Mesih arasındaki münasebeti kuramadığımız içindir. Bu bir başlangıç, umarım ıskalamazsınız.

Doğru, haklısınız. Tanzimat demişken, batılılaşma/çağdaşlaşma, sömürü/müstemleke gibi bazı kavramların arasında epeyce fark olduğuna, bizim bunları birbirine karıştırdığımıza ve iyi anlamamız gerektiğine dair vurgunuzu hatırladım. Yanlış anladığımızda ne tür kayıplarımız oluyor?

Hakim Batı medeniyetini kavrayamıyorsunuz. Kavrayamadığınız için siyasette, ekonomide, NATO’da, AB’de, BM’de, sanatta, eğitimde de yanlış üstüne yanlış yapıyorsunuz. Daha da kötüsü asimilasyona açık oluyorsunuz. Bizim kültürümüz nerede biter, onlarınki nerede başlar kestiremediğiniz için sürgit çıkarlarına hizmet eden konuma düşüyorsunuz.

İlerlemek, gelişmiş ülke olmak, 3. dünya ülkeleri, geri kalmışlık gibi kavramlara son derece kızgın ve eleştiriler bakıyorsunuz.

Sorgusuz sualsiz kabul görenleri yerli yerlerine oturtmaya çalışıyorum hepsi bu. Dikkat ederseniz, ben “gelişmiş” olmak ne anlama gelir onu sorgularım. “Üçüncü dünya ülkesi” gibi bir tanım da kullanmam, çünkü zaten birinci, ikinci dünyanın varlığını sorgularım. Hakim ideolojiye eleştirel bakmak şöyle dursun, bütünüyle karşı çıkıyorum. İnsanlığın ilk ve son sılasıdır bu Gezegen. Taşlaştıranları lanetlememek mümkün mü?

Geçtiğimiz günlerde, TV programında bu yeni seri ile ilgili konuşurken Shakespeare hakkında söyledikleriniz epeyce tartışıldı, başka yerlere çekildi. Sanki sizin genel olarak “okuma düşmanı” birisi olduğunuza, Shakespeare’i küçümsediğinize yönelik bilgisizce mesajlar paylaşıldı. Hem bu konu hakkında bir şeyler söylemek ister misiniz diye sormak istiyorum hem de sosyal medyada rumuzların ardına sığınarak fütursuzca süregelen bu linç kültürü nereye varacak, nasıl çözülecek diye görüşünüzü merak ediyorum.

İzninizle ben bu sorunuza Nef’iden bir beyit ile karşılık vereyim: “...Çerh ile söyleşemem âyinesi sâf değil.” Mealen: “zemberek kuran hilekara muhatap olamam, çünkü içi dışı bir değil”dir. Nef’i malûm, 1572 Pasinler (Erzurum) doğumlu Divan şairimizdir. “Tuti-i mucize guyem” şarkısından hatırlayabilirsiniz. Itrî bestesidir. Itrî de 1640 doğumlu. Zeki Müren’den dinleyin bakın. Bu insanlardan 500 yıl önce de vardı, bugün de var, yarın da olacak. Boşverin, biz işimize bakalım.

Çoğu genç arkadaşımız sizi minnetle, sevgiyle ve hürmetle izliyor. Sözleriniz onları çokça etkiliyor. İçlerinden bazılarının sizin gibi hem derinlikli hem de yerli bir düşünce üretme çabaları var. Sizi hangi kaynakların beslediğini, kimlerden etkilendiğinizi merak ediyorlar. Şu olaylar, şu eserler, düşünürler yahut yazarlar hayatımda çok belirleyici olmuştur dedikleriniz var mı efendim? Bizimle paylaşabilir misiniz?

Eksik olmasınlar, layık olurum inşallah. Benim yaptığım yapı sökmeye çalışmak. Süleyman Seyfi Öğün Hocanın demesiyle “zihin detoksu”. Hakim ideolojinin düşünce kodları, estetiği, müziği, edebiyatı nasıl doğdu, nasıl yerleşti ve tartışılmaz. Hatta nasıl oldu, o süreci dökümlemeye çalışıyorum. Önceki yıllarda dört ciltlik “Batı’ya Yön Veren Metinler”, sonra “Bize Yön Verenler” derledimdi, umarım gözünüzden kaçmamıştır. Diyeceğim, asli metinlerden yola çıkıyorum. Bu çerçevede, belirleyici olan yazarlar, tarihçiler vb. müellifler değil, olaylar.

Genç arkadaşlarınıza her şeyden önce dolmaya bakın derim. Dil bilmiyorsanız, öğrenin. Biliyorsanız, ilerletin. Unutmayın ki, yerli ve milli olabilmek, her şeyden önce yabancı ve gayri-milli olanı ayırd etmeyi öğrenmekten geçiyor. Bu da dünya kültürlerine vukuf gerektiriyor, bıkmadan, usanmadan okumak ve kıyaslamak yani.

Türkiye’nin geleceğine dair neler söylemek ister misiniz? Her daim tazelenen bir umutla mı dolusunuz yoksa endişeleriniz var mı?

Müsaade ederseniz, bu sorunuza Nasihatname’den bir alıntı ile cevap vereceğim: “Aziz ülkemize gelince, ille de bir şeye benzetecekseniz, her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzeteceksiniz Türkiye’yi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğerinin kurumakta, ötekisinin meyve vermekte olduğunu görün. Tek bir sürgüne takılıp kalmayın, bütüne bakmayı adet edinin. Unutmayın ki, düz akılla anlaşılmaz, pergele, cetvele gelmez, kendisine has bir kimliği vardır, Türkiye’nin. Batmaz. Batarsa, Okyanuslar taşar. Mademki, son temsilcileriyiz Gezegen’in iyiliği için yaşatılması elzem bir medeniyetin, bizi durduracak tek “gerçek”, soğuyan Güneş’in dünyamızı yarı yolda bırakması ihtimali olmalı.”

Nasihatname serisini konuştuğumuz bu söyleşiyi nihayete erdirirken, dergimizin genç okurlarına en çok neyi tavsiye edersiniz?

Öğrenmekten yüksünmeyin. Ezber bozmaktan korkmayın. 21. yüzyılda adabınca yaşayakalmak için elinizden geleni değil, yapılması gerekeni yapın. Benim yaşıma geldiğinizde, benim kuşağımın olamadığı kadar hakîm, fehîm, müstakîm, emîn, mekîn ve metîn olun. Bu kelimelerin anlamını öğrenin. Sözlük kullanmayı da adet edinin.


Yusuf Temizcan'ın Yazısı.