Ankara’da bir akşamüstü… Yanılmıyorsam 15-16 yaşlarında, sert esen akşam rüzgârına bile kafa tutabilecek kadar gözü kara olduğum yıllardı… Dükkândan yorgun bir şekilde çıkmış, her yolun bir şekilde nihayetlendiği Kızılay’a doğru ilerleyen belediye otobüsünün, her zaman olduğu gibi en arka sağ köşesinde oturmuş, amaçsızca dışarıyı izliyorum.

Bugün hava çok sıcak… Şükür ki arada bir sıcak da olsa nefesini üflüyor yüzümüze rüzgâr… İnsanlar sıcaktan bunalmış, herkesin elinde sanki yarısı bir dikişte içilmiş su şişeleri… Martılar bile baygın baygın uçuşuyor havada… Her taraftan gelen farklı sesler birbirine karışmış vaziyette, adeta gönlümün başkenti İstanbul’un kalp atışları gibi… Vapur sesleri, sanki kıyıya vuran dalgalara ninni söylüyor. Çocuklarsa hiçbir şeye aldırış etmeden koşturuyor özgürce… Bense sadece izliyorum olan biteni oturduğum bankta…

Ancak tüm karmaşaya rağmen oluşan bu senfoniyi bozan sesler duyuyorum. Tüm ahenge meydan okurcasına çirkin, öylesine karanlık sesler… İstemsiz ve birazda isteksizce dönüyorum sesin geldiği tarafa. İki kişi kavga ediyor yol verdin, vermedin diye. Kendimi mecbur hissedip kalkıyorum yerimden ve kalabalığın arasına dalıyorum. Ama izlemekten müdahale etmeye fırsat bulamayanlar arasından geçmek hiç de kolay değil… İçimden “durun, ben doktorum!” ya da “durun, siz kardeşsiniz!” diyesim var.

Neyse, güç bela ayırıyoruz çevredekilerin yardımı ile… Yüzlerine bakıyorum, sinirden damarları belirmiş bu adamların, belki de çoğu zaman ne kadar duygusal, ne kadar merhametli olduğunu, olabileceğini düşünüp üzülüyorum. Sonra kendimi düşünüyorum, sahi benim de böyle sinirlendiğim zamanlar ne kadar da çok diye hayıflanıyorum. İşte bu düşüncelerle kalktığım yere tekrar dönerken attığım her adım beni yıllar öncesine götürüyor, sanki adımlarım beni zamanda yolculuğa çıkarıyor. O halde bu hikâyemiz tam da burada başlasın…

Ankara’da bir akşamüstü… Yanılmıyorsam 15-16 yaşlarında, sert esen akşam rüzgârına bile kafa tutabilecek kadar gözü kara olduğum yıllardı… Dükkândan yorgun bir şekilde çıkmış, her yolun bir şekilde nihayetlendiği Kızılay’a doğru ilerleyen belediye otobüsünün, her zaman olduğu gibi en arka sağ köşesinde oturmuş, amaçsızca dışarıyı izliyorum. Etrafta evine gitmeye çalışan insanlar, bir koşuşturmaca… Güneş dinlenmeye çekilmeden önce son ışıklarını gözlerimin taa içine bırakıveriyor.

Körüklü otobüs bolca salladığından olacak ki, cam kenarında oturanların neredeyse hepsi uyuyakalmış. Sallanırken bazen cama kafasını vurup gözünü açanlar olsa da, tekrar dalmaları çok uzun sürmüyor. Ben yolculuk esnasında uyuyamam, hayatı kaçırmak gibi geliyor bana seyir halinde uyumak. Çok yorgun olsam bile, o akışı izlemek hoşuma gidiyor doğrusu…

İşte hayatı izlediğim bu esnada tüm seyir keyfimi bozan bir otobüs yanaşıyor yanımıza. Duraklara yakın yerlerde trafik sıkışık olduğundan yan yana geliyor ve öylece kalıyoruz bir süre. O esnada yine benim gibi en arka koltuğu tercih etmiş olan ve benden birkaç yaş büyük olduğunu tahmin ettiğim bir gençle göz göze geliyoruz. Arada sadece iki otobüsün camları kalıyor. Sonra ilk hamle ondan geliyor ve kafasını iki yana sallayıp, tek gözünü kırparak “ne bakıyon!” diye mırıldanıyor. Sesini duymasam da tavırlarından ve dudak hareketlerinden çıkardığım bu ifadeye, gayri ihtiyari aynı şekilde cevap veriyorum: “sen ne bakıyon?”.

Bizim otobüs azıcık hareket ediyor ve onlar geride kalıyor. Ancak bu hareketlenme sonrası bittiğini düşündüğüm uzaktan iletişimimiz, otobüs her yan yana geldiğinde tekrar alevleniyor. Şimdi gülümseyerek hatırlıyorum ama aklımda kalan son kare, yan otobüsteki yaşça benden büyük ya da benden çok daha iyi beslenmiş olan bu gencin, cama yapışarak yaptığı el kol hareketleri… Çok sinirlendiğimi ve parmağımı sallayarak “görürsün sen!” diye seslenip, kaşlarımı çattığımı da eklemeliyim.

Sonra otobüslerimiz ayrıldı ve bir daha görmeyeceğim bu kişiye olan sinirim yatışmaya başlamıştı. Nihayet varlığı ile Ankara’da kaybolmanıza müsaade etmeyen Kızılay’a ulaşmıştık. Otobüsümüz durağa yanaşıyordu. Hızlı bir hareketle arka kapı demirine asılarak, artistik bir şekilde ayağa kalktım ve kapı açılır açılmaz inebilecek bi pozisyonda beklemeye başladım.

Bilirsiniz, körüklü otobüs kapıları öyle hemencecik açılmaz, nazlıdır. Yavaş yavaş, tıslayarak açılan kapı görüş açımı netleştirdiğinde, beni hasretle bekleyen bir kişi karşımda belirdi. Bana hiçbir seçenek bırakmamıştı. Zaten yapılabilecek de bir şey kalmamıştı, zira tam karşımda sevgi ile otobüsten inmemi bekliyordu. Eee kimse kusura bakmasın, 15-16 yaşlarında bir delikanlıydım; kararlı bir şekilde bir basamak inip, kalan iki basamağı bir çırpıda atlayarak cesaretimi göstermiş oldum.

Aramızda cam olmadan yüz yüze geldiğimiz bu ilk anda, önce birbirimizi bakışlarımızla tarttık. Sonra bana “sen ne bakıyon?” diye çıkıştı. Cevabı hemen yapıştırdım, “asıl sen ne bakıyon?”. Aynı dili kullanıyor olmamız ve benzer tarzda yaklaşımlarımız şaşırtmış olacak ki, beklemediği bu cevap karşısında biraz duraksadı ve “ben sana bakmıyordum ki” diye cevap verdi. Bu ılımlı cevap karşısında ben de şaşırmıştım. Hâlbuki bir elimi sımsıkı sıkmış, her an kavga etmeye hazır halde bekliyordum. Bir anda her şey değişti ve yine ilk karşılaşmamızda olduğu gibi gayri ihtiyari “ben de sana bakmıyordum ki” diye cevap verdim. İşler iyice karışmış, gitgide anlamsız bir hal almıştı. Sonra bu olayı nihayetlendiren son cümlesini söyledi: “ne bileyim, bana bakıyon sandım, kusura bakma kardeş!”.

İçimin yağları erimiş, iyice ısınmıştım bu arkadaşa… “Olur mu öyle şey, sen kusura bakma!” diye cevap verdim. Sonra birkaç dakika daha ayaküstü sohbet ettik ve el sıkışarak ayrıldık. Arkasından bir süre kalabalıklar arasında kayboluşunu izledim. Zira hala şakındım olan bitene… Sanki her an geri dönüp “sahi sen ne bakıyordun?” diyecek gibi hissediyordu.

Şimdi hep tebessümle hatırladığım bu olay, dinlemenin ne kadar önemli olduğunu hatırlatır hep bana…

Bakıyorum da biz birbirimizi hiç dinlemiyoruz. Hatta kendimizi hiç dinlemiyoruz. Belki de tüm sorunlarımızın kaynağında bu vardır. Durmak, dinlenmek, dinlemek…

Az önce gördüğüm ve güzel manzaramı bozan hadisede de kimse kimseyi dinlemiyordu. O sebeple üzgünüm ve şu anda belki de yıllardır dinlemediğim, dinleyemediğim birisini dinlemek için, oturduğum banka geri dönüyorum. Kararlıyım bu defa, karşımda uzun uzun dinlemek istediğim, kendimleyim…

Bence şimdi siz de içinize dönün ve dinleyin kendinizi… Az durun ve dinlenin…


Emre Topoğlu'ın Yazısı.