Kapitalizm, emperyalizm, yeni dünya düzeni, tüketim-popüler kültür gibi ifade ve kavramlar günümüzde çok sık karşılaştığımız, üzerinde birçok görüş bildirilen ve tartışılan bir durumda. Peki biz bu kavram ve ifadelere ne kadar vâkıfız? Ya da şöyle soralım: Hem mağduru hem de muhatabı olduğumuz bu ifade ve kavramların ne olduğunu biliyor muyuz? Genç Dergisi’nin uzun soluklu yazarlarından ve yayın kurulu üyesi; Çıkmaz Sokak ve Paspartu kitaplarının yazarı S. Bilgehan Eren’in yeni kitabı Derin Dünya Savaşı çıktı. Hem de az evvel bahsettiğim konulara hem bir giriş hem de ince bir okuma yapma imkanı sağlayarak... Bu vesileyle S. Bilgehan Eren Abiyle buluştuk ve Genç Dergisi’nde yayınlanan yazılarından oluşan yeni kitabını konuştuk. Çok özel bir söyleşi oldu...

Öncelikle hayırlı olsun, dördüncü kitabınız çıktı…

Teşekkür ediyorum Salih’ciğim… Evet, biri şiir olmak üzere, dört kitap oldu.

Serkan Abi, yeni çıkan kitabınızdan önce, kitap ile ilgili sormak istiyorum. Kitap nedir, niçin önemlidir. Böyle derinden başlamak istiyorum, sizin seveceğinizi de düşünerek?

O halde bende, sohbetimize destursuz giriş yapmamak adına, bana kitabı ve kitabî hayatı sevdiren adamla, Üstad’la başlayayım.

Şöyle diyordu Necip Fazıl:

“Kitap, yeni bir görüş ve duyuş mimarîsinin toprak üstünde sarayını kuracak tek vasıtadır. İnsanlık, kitabın mukaddes vasıta olmak haysiyetini dinlerden öğrendi. Bugüne kadar da hiç unutulmadı. Kitap mefhumunun bir ucunda Allah, öbür ucunda da sonsuzluk var. İnsanoğlunun ebedlerce fethede ede bitiremeyeceği sonsuzluk… Bu yüzden yarına gebe kahramanlar, kitaplık cehde, kitaplık çapa, kitaplık yapıya, hakikî oluşun temel şartı gözüyle bakarlar.”

Evet Üstad’ın kitaba bakışı buydu. Bu tanım içinde sanırım kitaplık çapta eser vermesinin de esprisi belli.

Benim gibilere gelince, hani diyor ya yine Üstad, “Ustada kalırsa bu öksüz yapı, onu sürdürmeyen çırak utansın.”

Biz bunun, bu idealin, çıraklığına lâyık olmaya çalışıyoruz; haddimizi ve hududumuzu bilerek inşallah. İdealden bahsettiğimiz anda da işin içine keyfiyet giriyor. Büyüklerden birine “Siz bu kadar konuşuyorsunuz ama sözlerinizi binde bir kişi anlıyor” diyorlar. Baba Eren cevap veriyor; “Ben zaten sadece o bir kişi için konuşuyorum.” Bunu günümüzün “like” alma, görüntülenme sayısı kasma, anlayışıyla açıklayamazsın.

Evet Abi kesinlikle, başka bir boyut…

Buna nispetle işte… O bir kişiye yazıyoruz. Neticede bir meselemiz, derdimiz var. Plaj çantasında taşınan, “beach club”larda, plaj şezlongunda okunacak kitap yazmıyoruz. Şimdi böyle dedim ya, biri çıkıp oradan fotoğraf paylaşır (tebessüm ediyor). Kastım şu; böyle bir kitle hedefim yok yani… Meselemizden, derdimizden; dert sahibi olanlar, fikir severler anlar. Diğer taraftan, rızayı, muradı önde tutuyorsak, kriterimiz satış rakamları da olamaz. Pazara dönük sözler söyleyeceksem, başka şeyler yazardım. Talebe göre şekillenmiyor cümleler, neyi arz etmek istiyorsam o… Yoksa günümüzde işin nereye vardığını görüyoruz, tüketim tapınaklarında (AVM’lerde) imza günü ve yazar söyleşisi… Tekrar ediyorum, kitap yazıyorsak, basıyorsak, elbette bu yazdıklarımızı pazara sunduğumuz anlamına gelir, lâkin pazar hesabında değil, mezar hesabındayız. Yaşadıklarımız gibi, konuştuklarımız gibi, yazdıklarımız da bizimle birlikte musallaya çıkacak. Bunu elimden geldiğince unutmamaya çalışıyorum.

Kelimelerin Bile Ruhu Çekilmiş Bir Asırdayız

Haddizatında iş şuraya varıyor değil mi Abi, insan niçin yazar?

Bu bir bakıma nefs muhasebesi, varoluş sancısı. Bir ressam şöyle söylüyordu; “Tablolarımı duvarları süslesinler diye yapmıyorum, onlar benim savaş araçlarım.” Anlatabiliyor muyum… Nefsiyle mücadelesi aslında…

Bir film vardı izlemişsindir muhakkak. Genç biri, bir reklam ajansında çalışıyor… Çok yoğun… Hafta sonu olunca kendini doğaya atıyor; dalıyor, dağa tırmanıyor, mağara dalışı falan yapıyor. Bir yerde sıkışıp kalıyordu falan…

127 saat Abi…

Heh evet… Adam yaşadığını öyle hissediyor çünkü… Öyle monoton, öyle ruh öldürücü bir hayat ki yaşadığı… Hepimizin neredeyse öyle… Yaşadığını anlamak istiyor insan… Anlamlandırmak… Adrenalin sporları, şunlar bunlar hep bu ihtiyacın sonucu bir bakıma.

Bu noktada şunu söylemem yerinde olur; yazmak benim için yamaç paraşütü yapmak gibi… Yaşadığımı anlıyorum… Tabii yaşamak var, yaşamak var… Gününü gün etmek var, gününü değerlendirmek var. Muradım anlaşılıyordur umarım. Varoluş mücadelemle ilgili bir şey benim için…

Şimdi kelimelerin bile ruhu çekilmiş bir asırdayız. Bir şey söylemeye de çekiniyor insan. “Varoluş mücadelesi” diyorsun, adam bundan şey anlıyor, “geçim derdi”… Anlatabiliyor muyum… Ruhu gitmiş gibi her şeyin… Copy-paste her şey… Öyle yüzeysel, öyle satıh planında… Bütün taktik, taklit üzerine… Taklit hayatlar…

Allah razı olsun Abi… Derin Dünya Savaşı’na gelelim. İddialı bir kitap ismi gibi… Nedir bu Derin Dünya Savaşı, ben az çok biliyorum ama okuyucularımız için ne dersin?

Savaşmanın, hücum etmenin mantığı, karşındakine egemenliğini kabul ettirmek, onu istediğin kıvama getirmektir. Savaşlar, zaferler için yapılır. Mutlak zafer için ise herkesi öldürmene gerek yoktur, amaç düşmanı kontrol altında tutmak, hatta sömürgeleştirmek suretiyle ondan istifade etmektir.

İşte tam bu durumda, kazanmanın (kontrol altında tutmanın) klasik anlamda savaşmak dışında alternatifleri de vardır. Örneğin “ekonomik savaş” diyoruz ya bazen… Bu savaşta kurşunlarla kimse ölmez ama güçlü bir ülke, zayıf bir ülkeye bu ekonomik savaşı açtığında, tek bir kurşun atmadan, onu diz çökecek bir noktaya getirebilir. Global iktisatla ilgili Çıkmaz Sokak diye bir eser yazmıştım biliyorsun. Hadisenin tarihî planını ve kültür yönünü de hesaba katarak…

Şimdi, kitabımıza ismini veren Derin Dünya Savaşı, böyle bir savaş. Burada ekonomiye doğrudan girmedim ama marka deyince, moda deyince, elbette işin bir yönü de yine ekonomik… Tek kurşun atmadan, hiçbir askerini kaybetmeden kazanılmak istenen bir savaş. Bu savaşı kazanmak için bildiğimiz anlamda üniformalı, silahlı askerlerinizi sahaya sürmezsiniz. Bundan dolayı da daha bir görünmez, bilinmezdir.

Savaş Olduğunu Bilmek İçin Düşmanı Görmek Lazımdır

İmdi şöyle bir sual karşımıza çıkıyor; “İnsan görmediği bir düşmanı nasıl tanır, nasıl karşı koyar?” Öyle ya, “halkın aklı gözündedir” hikmeti gereği, savaş olduğunu bilmek için düşmanı görmek lazımdır.

Derin Dünya Savaşı’nda, görebildiğimiz ölçüde düşmanı anlatmak, bilebildiğimiz ölçüde de bu savaşın cephelerine değinmek muradımız. Gayemiz -ele avuca gelmez- bir meselenin, tüm yönlerini ele almış olma iddiasından uzak olarak, değinmiş olduğumuz hususlarda öncelikle farkındalık oluşturmak.

Meselenin kültür emperyalizmine de bakan bir tarafı var değil mi?

Kesinlikle Salih’ciğim… Derin Dünya Savaşı, klasik anlamda cephelerde değil, kitlesel-küresel ölçekte zihinlerimizde, yüreklerimizde, bedenlerimizde…

Yediklerimiz, içtiklerimiz, giydiklerimiz, kullandığımız ilaçlar bir süre sonra tüketim kalıplarımızı, tüketim kalıplarımız ise kültür kodlarımızı değiştiriyor. Kültür kodlarımız fikir (düşünce) dünyamızı, düşünce dünyamız ahlâk anlayışımızı, ahlâk anlayışımız ev ve iş hayatımızı, ev ve iş hayatımız inandığımız değerler zümresini, inandığımız değerler de ruhî bir bütünlük hâlinde fert ve toplum dinamiklerimizi kökten değiştiriyor. Hukuktan eğitime, sanattan iktisada, mimarîden şehircilik anlayışımıza kadar her şey, her şeyle iç içe… Hem birbirlerinin sebebi, hem de sonucu oluyor. Ezcümle, kemiyet değişikleri keyfiyete tesir ederken, keyfiyet değişiklikleri de kemiyette değişime yol açıyor.

Bilmekle, Görmekle Mükellefiz

Kitapta ana başlıklar halinde, biyolojik terörden zihin kontrolüne, marka ve modadan sinemaya, fikri imha teşebbüsünden gıdaların ve kültür kodlarımızın bozulmasına kadar, Derin Dünya İmparatorluğu Elitlerinin yürüttüğü bu gizli savaşın cephelerine mercek tutmaya çalışıyorsunuz.

“Görmek için evvela görecek göz, sonra görülecek şey ve nihayetinde de ışık unsuru lâzım” hakikatince, belli başlı hususlarda ışık yakabilmiş olmayı ümit ediyorum…

Zira biliyoruz ki, en itaatkâr köleler, zincirlerinin farkında olmayanlardır. Ve bilinmeyen bir düşman karşısında, hangi cephede savaştığınızın hiçbir önemi yoktur.

Bilmekle, görmekle mükellefiz… İnşallah maksadımız hasıl olur…

İnşallah Abi… Kitabın okuyucusunu bulması temennimizle bu hoş sohbet için teşekkür ediyorum…

Var olasın kardeşim, ben teşekkür ederim…


Salih Yüzgenç'ın Yazısı.