Güneşi Bağlamak
Bir sabah sisler dağılmadan hemen önce dağların arasındaki güneş kapısından doğan güneş tapınağın camından içeri süzülüyor. Ruhu henüz bedenini terk etmeyen kurbanın kanı kadehi doldururken kalbi rahibin avcunda birkaç saniye daha atmaya devam ediyor. Sunulan ne ilk ne de son kurban bu...
Dağların arasından geçen uçak piste inebilmek için bir an yükseliyor. İnkalar’ın başkenti Cusco bulutların üstünde. Bu şehri Puma şeklinde yeryüzüne kazıyan yerliler kaleyi kutsal kedinin başına meydanı da kalbine yerleştirmişler. Güney ışıklarını, saman yolunu keşfedip onlarca takvim hazırlayan bilgeler ince ince hesaplamışlar Cusco’nun inşasını ve bütün caddeler 21 Haziran’dan eşit günlere kadar farklı zamanlarda güneş aldığından ışığın uğramadığı ev kalmamış.
İspanyol’ların yıkamadığı Güneş tapınağına ait duvarlar üstünde Santa Domingo Kilisesi yükseliyor. Geçmişe ait taşlar siyah ve kederli. Misyonerlik o günden beri devam ediyor. Vicdanını rahatlatmak içinde ideolojik açıklamalarla kendilerini Tanrı önünde günahsız göstermeye çalışan papazlar, “Lamalardan daha fazla yük taşıyabildiklerine göre yerliler birer hayvandır ve ruhlarındaki kötülükle savaşmanın tek yolu onları madenlerde, inşaatta köle olarak acımasızca çalıştırmaktır, onları cennete ulaştıracak olan bizleriz” diyen yöneticiler ölüp gitse de bugün hâlâ İspanya’dan ve Amerika’dan gelen rahipler halkı eğittiklerini iddia ediyorlar.
SİYAHİ İSA ve MERYEM
Dar sokakları, taşlı yolları ve büyük avlulu malikaneleriyle bir orta çağ kasabasını andıran Cusco Meydan’ı kalabalık. Yerel kıyafetlerle dolaşan satıcılar, bebeklerini renkli dokuma kumaşlarla sırtlarına bağlayan anneler ve birbirine bağlı bambu flütleri çalan yerliler çeşmenin etrafında dolanırken banklarda üç bin altı yüz metrede olmaya alışamayan turistler, formalı okul öğrencileri ve muhabbet eden delikanlılar oturuyor.
Üç kiliseden oluşan katedralin bir yanında kutsal aile diğer yanında zafer kilisesi. İnkaların kutsal sembollerini yine onlara karşı kullanıyor İspanyol sömürgeciler. Tapınaklardan çaldıkları altınları Avrupa’ya gönderip İnka saraylarının yerine yaptıkları katedral duvarlarını varakla kaplıyorlar. Tablolarda Hz. İsa ve Meryem’in yüzü esmer, çıkık elmacık kemikleri ve çekik gözeleriyle İnkalara benziyorlar. Kervanlar lamalarla yol alırken son akşam yemeğinin yendiği sofrada tavşan eti ve sadece Güney Amerika kıtasında bulunan meyvalar sıralanmış. Katedralin başka bir köşesinde siyahi İsa altından kralların giydiği bir etekle çarmıha geriliyor... Yerlilere tanıdık ama bir o kadar da uzak semboller.
Bir zamanlar duvarları altın kaplı Coricancha Tapınağı’nda gökkuşağı, yıldırım, su, yıldız, ay ve güneş tapınakları sıralanmış. Altından dev lamaların süslediği tapınağın harçsız geçmeli duvar taşları bugün çıplak ama yine de turistleri büyülemeye yetiyor. Ve ben geçmişin hikâyelerini dinleyerek geziyorum tapınağı. Her 24 Haziran, Güneş Tanrısı’na adanan günde kara kuzuları kurban ediyor şamanlar. Başka bir kıtadan gelen komutan odalar dolusu altın ve gümüşü aldığı halde yaptıkları anlaşmayı bozarak ülkenin kralını öldürüyor. Yeni doğan Avrupa kapitalist atılımlarını beslerken bir kıta daha acı çekerek sahipsiz kalıyor.
MASALLARA GİZLENEN ŞEHİR
Sacsayhuaman Kalesi Cusco’ya sadece on dakika uzaklıkta. Lamaları görünce kalenin dev taşlarına, gezip görmek istediğim geçmişe arkamı dönüp rengarenk kolyelerle süslenmiş kuzu yavrusuna benzeyen bebekleri kucağıma alıyorum. Ne anneleri ne de çocukları tükürmüyor, alpakaların* uzun yumuşak tüyleri arasında dolaştırıyorum parmaklarımı. Biraz koyun biraz at kokuyorlar.
İnkaların yazısı yok, bu yüzden kayıp şehir Machu Picchu’nun tarihi kaleme alınamamış ve öykü anlatan ninelerle beraber geçmiş toprağa karışıp silinmiş. Şehir yüzyıllar sonra 1911’de tesadüfen ortaya çıkınca gezginlerin hayaline sızmış. Kimi kırk iki kilometrelik tarihi yoldan yürüyerek zirveye ulaşırken benim gibi zamanı kısıtlı olanlar tavanı cam bir trenden nehri, yemyeşil dağları ve sarı, kırmızı, siyah, beyaz mısır tarlalarını seyrederek Aguas Calientes kasabasına oradan da otobüsle zirveye ulaşmışlar. Bu bereketli topraklarda dağlar yeşilin tonlarıyla örtünmüş.
Masamda bir fincan koka çayı ve mor mısır şerbeti, yüksek rakıma alışmak için önce oturup dinleniyorum. Resimlerden daha ihtişamlı daha ulaşılmaz gözüküyor İnka İmparatorluğu’nun kayıp şehri. Bir an güneş sonra yağmur mevsimler değişiyor bir günde. Kocaman taraçalar, dev duvarlar doğayla öyle uyumlu ki şehir dağın parçası gibi duruyor. Yüzlerce metre aşağıdan geçen Urubamba Nehri’nin ve rüzgârın sesi duyuluyor güneş tapınağında. Bulutlar dağın zirvesini kapladığında bazen kalıntıları bazen de karşıdaki gözetleme kulesini örtüyor ve antik şehirde özgürce dolanan lamalar sisin içinde bir görünüp bir kayboluyorlar.
Ekinokslarda* güneşin durup kutsal taşa bağlandığına inanan İnkalar İntihuatana adını verdikleri bu taşa alınlarını değdirip ruhani dünyaya açılırken trans haline geçmek için içtikleri otlar onları diyar diyar gezdiriyor. Uyuşturucunun etkisiyle gördükleri halüsinasyonlar Tanrı’nın mesajı olarak yerleşiyor zihinlerine...
Yine bir sabah sisler dağılmadan hemen önce dağların arasındaki güneş kapısından doğan güneş ok ok tapınağın camından içeri süzülüyor. Ruhu henüz bedenini terk etmeyen kurbanın kanı kadehi doldururken kalbi rahibin avcunda birkaç saniye daha atmaya devam ediyor. Sunulan ne ilk ne de son kurban bu...
* Bir çeşit lama
*21 Mart ve 21 Eylül
Hande Berra'ın Yazısı.