Verona
Romeo ve Juliet gerçekte hiç var olmadı. Birbirinden ölesiye nefret eden iki aile, Juliet’in sevgilisini beklediği balkon, orta çağdan kalma taş kemerli bir bina Verona’ya mührünü vursa da bu aşk sadece bir yazarın hayaliydi.
Asiller zenginliklerini göstermek için evlerini o kadar yükselttiler ki şehirde parmakla gösterilen kuleler gökyüzüne uzandı. Düşmanın erişemediği en üst kat kadınlara ve çocuklara ayrıldı. Papa ve kralı, ülkede söz sahibi olmak isteyen bu iki gücü destekleyen soylular ailelerini korumak için kuleden evlere sakladılar. Orta çağın gökdelenleri Verona sokaklarını bir masal diyarına çevirdiğinde şehir gezginlerin rüyasına sızdı.
Pompei’den sonra İtalya’nın en eski arenasına sahip Verona’da gladyatörler hayatları için savaşırken seyirciler ölümü alkışladı. Ve arena adını kumdan, kanı yavaş yavaş emip izleri yok eden kumdan aldı. Binlerce yaşam akıp karıştı zemine sonra krallar için süslendi kemerler. Şaşalı bir geçit törenleri düzenlendiğinde ne kadar zengin ve gösterişli olduğunu imparatora göstermek için yarıştı bütün kasaba. Kin ve gözyaşı dolu kum o gün kral arkasını dönüp uzaklaşana kadar gerçek yüzünü sakladı.
Devşirilen Taşlar
Hristiyanlık yayılıp kiliseler çoğaldığında arenanın dış duvarlarındaki taşlarla inşa edildi kutsal mabetler. Hırsızlığa, II. Dünya Savaşına, yanıp yıkılan şehire rağmen iki bin yıl yaşamayı başardı arena ve Verona geçmişe ait anıtları bugüne sakladı. Izgara şeklindeki caddelerde yüzlerce yıllık taşlar, sütunun üstünde kükreyen mermer aslan, suları fışkırta fışkırta meydanı seyreden bir çeşme... Piazza delle Erbe’ye her gün olduğu gibi pazar kurulmuş. Meyve, sebze ve Çin’de üretilmiş İtalya’yı anlatan hediyelik eşya tezgâhları. Floransa’dan kovulan Dante’nin yaşadığı evin karşısında bir kilise. Arkların üstünde lahitler…
Mermer mezarların altından geçiyorum. Lord Güçlü Köpek ve diğerleri ne toprağa kavuşmuşlar ne de gökyüzüne. Kuruyan bedenleri simgelerle dolu lahitlerde asılı kalmış. Ara sokakta Dante’nin heykeli, İlahi Komedya’nın sayfaları rüzgârdan kıpırdıyor sanki. Capulet ailesine ait Sekiz yüz yıllık binanın kemerinde soyadını temsil eden şapka kabartması. Juliet’in balkonuna çıkıp fotoğraf çektiren çirkin, yaşlı, genç, sivilceli, sarışın, esmer kadınlar. Hepsi sonu mutsuz biten efsanevi aşka hasret. Koridor boyunca minik not kağıtlarına, peçetelere yazılan aşk mektupları yapıştırılmış duvarlara.
Arkeologların ikinci Roma’sı Verona, zaman içinde gücünü kaybeder ve yüz yıllar sonra bir İngiliz’in kalemiyle yeniden adını dünyaya duyurur. Bu şehirde yaşayan iki düşman aileyi Verona’ya ayak basmadan Dante’nin sayfalarında tanır William Shakespeare.
Luigi da porto kitabı “Novella Romeo e Giulietta” yı (1525) okuyup okumadığı çokta önemli değildir. Shakespeare’in bu hikâyeyi meşhur etmesinde ki fark yüzyıllardır işlenen aşkı, yazılmamış yönleriyle ele alıp tragedyaya dönüştürmesidir. Yazarın zihninde güçlenen aşk ve kavuşamama yüzyılları etkiler. Günümüzde Pazartesi günleri Juliet’in evinde cumartesi günleri kimin gömülü olduğu belli olmayan mezarında kıyılır nikahlar. Sonu mutsuz biten bir aşkın gölgesinde evlenmeyi tercih eden gençler kendi sevgilisine kavuşamayan bir kadından medet umar.
İtalyan Alplerinde İki Yabancı
Sabahın erken saatlerinde İtalyan kahvesi içip dolanıyorum eski şehrin arka sokaklarında. Kemerli köprüye güneş yeni vuruyor, nehir kışın ihtişamını kaybetmiş. Arnavut kaldırımlarda işe giden topukların aceleci sesleri. Ben ne kadar yorulursam yorulayım tatilde ve özgürüm. On değil on birde Dolomit dağlarına çıkmaya karar verip yüzümü yazın ferini kaybeden güneşe dönüyorum.
Yollar yemyeşil. Yılın ilk karı düşmedi zirvelere. Uçsuz bucaksız elma bahçeleri ve bağlar uzanıyor. Tepelerde derebeylerinden kalma yıkık dökük kaleler. Kızaran sarmaşıkların sarıldığı bir otelde kalıyorum. Ham ağaç mobilyalar doğanın kokusunu taşımış odama. Dağlara uzanan verandalarda babaannemin evindeki demir sandalyelerden dizilmiş. Karanlık basmadan soğuyor dağlar. Keten örtülü tepside gelen sıcak çayı avuçlarımın arasına alıyorum. Dizlerimde yumuşacık bir battaniye sadece doğa konuşuyor ben dinliyorum.
Alplerin bu bölgesi İtalyan olmaktan çok Avusturyalı. Dağların eteklerine kurulu kasabalar, tepelerden akan şelaleler, göller ve kırmızı yanaklı Almanca konuşan iri insanlar. Arabayı durdurup tarlalara giriyorum. Küçük elma ağaçlarından sarkan dev elmalar dalları kırmasın diye ağaç tellerle desteklenmiş. Traktör kullanan adamı durdurup “Bir elma alabilir miyim?” diye soruyorum. Taş gibi sert ve sulu elmalar. Birkaç kilometre ileride sarp kayalıklardan aşağı yuvarlanmamak için yamaçlara sarılmış ağaçlar. Ayaklarımın altında kuruyan yaprakların sesi topladığım kestaneleri bir bir yuvarlayıp yarıştırıyorum. Kimi yaşlı köklere çarpıp zıplayarak birinciliğe koşarken yorgun güçsüz olanlar ilk engele takılıp yarışı terk ediyor. Şelaleye dağdan süzülüp gelen kudretli kış suyuna ulaşmak için biraz daha tırmanıyorum. Birkaç yabancı köpek sahiplerinin peşinden uflaya puflaya geliyor.
Carezza Gölü gök kuşağının renklerine boyamış suyunu. Bu küçük gölet mitolojik hikayelerinden çok ışığın her kıpırtısında değişen rengiyle şaşırtıyor ziyaretçisini. Paso Sella, Canazei, Ortisei, St Ulrich ve Merano’yu geziyorum. Trauttmansdorff Castle’ın bahçesi saatlerce yürüsem de bitmiyor. Envai çeşit çiçek ve ağaç arasına saklanmış çardaklar, köprüler, göller. Bir anda karşıma iki lama çıkıyor. Anlatıldığı gibi tükürmüyorlar kimseye sadece şaşkın şaşkın bakıyorlar bana. Güney Amerika’ya yakışan lamalar benim kadar yabancı bu topraklara.
Hande Berra'ın Yazısı.