Sen misin Sefere Çıkmayan?
Site Özel
1982 okunma
Burakhan Doğan
“Selamun Aleyküm. Öztürk abi, nasılsın? Varsa taze çayın iki tane rica edebilir miyiz? Müsaitsen buyur abi iki hoş kelam edelim”. Bu konuşmayı yapmayalı hemen hemen beş hafta oluyor. Canların sıkıldığı şu günlerde sevdiğimiz bir abimizle, arkadaşımızla karşılıklı oturup muhabbet etmeyi epey özledik. Birkaç dakika geç kalınmış derse nefes nefese koşmayı, yemekhane sırasında beklemeyi, minibüse binip teyzelerle yer kapmaca oynamayı bile özledik. Latife bir yana özlemlerimizin sebebi Çinli Covid-19, namı değer Korona virüs.
Dünya genelinde hayat durdu, çoğumuz evlerdeyiz vesaire. Gündem hepimizin malumu olduğu için sizleri bu konuyla fazla boğmadan bahsetmek istediğim konuya girmek istiyorum.
Şu karanlık günlerde, kendime aynadan bolca bakma fırsatı buldum. Kendimle dertleştim, muhabbet ettim. Bir ara delirdiğimi düşündüm, sanki burnumu düşürmüş, kaybetmiştim. Rüyalar, hayaller, gerçekler, uyku ve uyanıklık arasında gidip geldim şu birkaç hafta içinde.
Geçtiğimiz eylül ayında, Avustralya’daki yangınlarla başlayan ve başımızdan eksik olmayan olaylar zincirinin bir arka yüzü olabileceğini düşünüyordum. İran ve ABD’nin savaşın eşiğine gelmeleri, Ukrayna’ya ait yolcu uçağının vurulması, Elazığ’daki deprem, Van’daki çığ olayı, 33 askerimizi şehit verdiğimiz hava saldırısı ve son olarak(?) Covid-19 musibeti biz insanlık için ikaz olmalıydı.
Karantinanın ilk günlerinde, kitaplığıma göz gezdirirken lise mezuniyetimde hediye aldığım Riyâsü’zSâlihîn serisini, ihtiyaç haricinde, hiç açmadığımı fark ettim. Bilmeyenler için kitaptan biraz bahsetmek istiyorum. 13. Yüzyılda yaşayan İmam Nevevi’nin 1272 yılında yazdığı; dönemin toplumunun ve İslam coğrafyasının meselelerini, Kuran ve Sünnet ışığında, hadisler ve ayetlerle açıkladığı kitap. Riyâsü’zSâlihîn’in, konuları fikri bütünlük ve nizam içinde ele alındığı için sevilmiş, âlimden talebeye kadar herkesin güvenebileceği başucu kitabı olmuştu.
Yaşadığımız onca olay gelmekte olan helağın habercisi miydi? Yaşananlar tüm insanlığa uyarı mıydı? Bunun cevabını daha önce helak olan toplumları inceleyerek öğrenebilirdim. Riyâsü’zSâlihîn’e göz gezdirirken tevâfuk oldu, “Din nasihattir.” hadisiyle karşılaştım. Neydi bu nasihat ki dine karşılık olsun?
Büyüklerimiz genelde bizlere nasihat ederler, iyiliğimizi düşündükleri içindir bu. Onların yaptıkları hataları bizim de yapmamamız için “Okuyun guzum, okuyun da memur olun, bizim gibi olmayın.” gibisinden bolca nasihat ederler bize. Çocukken oyun oynamak için dışarıya çıkmak istediğimde annemin izin vermediği zamanlar olurdu. Ben de bazen inat eder, onu dinlemez ve dışarı çıkardım. Ne zaman annemin izni olmadan bir şeyler yapsam başım kesinlikle belaya girerdi. Bir keresinde bileğimi çatlatmıştım, bir keresinde de zehirlenmiştim. Annemin sözünü, nasihatini dinlemediğim için bunlar başıma gelmişti. Bizim bildiğimiz nasihat ile “Din nasihattir.” hadisindeki nasihat aynı mıydı acaba?
Bir gün Peygamber efendimiz “Din nasihattir.” buyurdu. Ashabı kiram “Kimin için nasihattir?” diye sorduğunda, fahri kâinat hazretleri “Allah için, Kitabı için, Rasûlü için, Müslümanların imamları ve onların geneli için.” buyurdu.
Nasihat nedir? İlk önce bundan başlayalım, “nasihat“ kelimesinin sözlükte; öğüt vermek, iyiliğe teşvik etmek, kötü ve şer olan şeylerden nehyetmek, yırtık olan elbiseyi dikmek, balı mumundan süzüp arındırmak gibi çok çeşitli ve muhtevalı anlamları vardır. Nasihat, Arapça’nın en kapsamlı kelimelerinden biridir. Hatta bazı dil bilimciler, Arapça’da nasihat ile felah kelimeleri kadar dünya ve ahiret hayırlarını bünyesinde toplayan bir başka kelime olmadığını söylerler.
Hadis, “Dinin direği ve dini ayakta tutan nasihattir.” anlamına gelir. Bir nevi din ile nasihat aynı manada kullanılmış gibidir. Nitekim “Hac Arafattır.” hadisinde haccın temelinin Arafat’ta bulunmak olduğundan bahsedilir. Anlayacağımız, nasihat hadisindeki nasihat kelimesi gündelik hayatta kullandığımız kelimeden çok daha geniş anlamlar taşır. Hz. Peygamberin “nasihat” kelimesinden ne kastettiği belirlenmeden İslam’ın dörtte birine denk kabul edilen bu hadisin doğru bir şekilde anlaşılması mümkün değildir. Nasihat hadisi, cevâmiü’l-kelim denilen, az sözle pek çok manalar ifade eden hadislerden biridir. Bu sebeple İslam âlimleri, nasihat hadisini, İslam’ın esasını oluşturan hadiselerden biri ve en önemlisi kabul eder.
Nasihat hadisini daha iyi anlamak için Riyâsü’zSâlihîn’e baktığımızda, hadisin dört farklı husus üzerinde durduğundan bahsediliyor, buyurun.
Birincisi, dinin Allah için nasihat oluşu. Ben buradaki nasihati Allah’ın zıddına gitmemek olarak düşünüyorum. Hayatta,mümin için öncelikler vardır. Dinin gereklerinin yerine getirilmesi; namaz kılmak, oruç tutmak gibi. Bunların hepsinin başında Allah’a iman gelir.
Sadece inandım demekle değil, dil ile tekrar ve kalp ile tasdik etmekle, inandım ve kabul ettim şeklindedir bu iman. Nitekim Ankebut suresinde “İnsanlar ‘inandık’ demekle, imtihandan geçirilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?” buyurulur.
İşte dinin Allah için nasihat oluşunun ilk basamağı Allah’a imandır. O’na şirk koşmamak, O’na kulluk ve ibadette ihlâslı davranmak, daima Allah’a itaat üzere olmak, O’na isyandan şiddetle kaçınmak, Allah için sevmek, Allah için buğz etmek, Allah’a itaat edene dost, isyan edene düşman olmak, Allah’ı inkâr edenlerle cihad etmek, Allah’ın nimetlerine şükretmek, insanları bu sayılan vasıflara davet ve teşvik etmek, bütün insanlara nezaket göstermek; işte bunlar Allah’a imanın gereği ve dinin Allah için nasihat oluşunun gereğidir.Müslümanın bütün söz ve davranışlarında bunların gereğini yerine getirmesi, hem dünyada hem de ahirette kendisine fayda verir.
Allah’a şirk koşan Firavun denizde boğularak helak olacağını anladığında “İman ettim.” demişti, ancak bu cümle onu kurtarmamıştı. Kuran’da şöyle açıklanır: “… derken İsrâiloğulları’nı denizin öteki yakasına geçirdik. Firavun ve ordusu da haksız yere onlara saldırmak üzere peşlerine düşmüştü. Sonunda Firavun boğulmak üzereyken şöyle dedi: "Elhak inandım ki, İsrâiloğulları’nın iman ettiğinden başka tanrı yokmuş! Ben de artık kendini O’na teslim edenlerden biriyim." Ve sonrasında şöyle buyurulur: “Şimdi mi? Hâlbuki daha önce hep başkaldırmış ve bozguncular arasında yer almıştın. İşte bugün senin cesedini kurtaracağız ki, senden sonra gelenler için bir ibret olsun! İnsanların pek çoğu gösterdiğimiz delillerin bilincinde değildirler.”
Allah’a şirk koşmak ince bir çizgidir. Twitter’da Allah Teâla ile ilgili yapılan bir şakaya az da olsa gülümsemek şirke neden olabilir. Bildiğiniz üzere affedilmeyecek günahların başında şirk gelir. Apaçık şekilde Allah’a düşmanlık edenlerle dost olmak, samimiyet beslemek, Allah’ın nazarında ne demektir? Fahri kâinat Peygamber efendimiz ile ilgili de şakalar, espriler yapılıyor ve insanlar bunlara gülüyorlar. Allah’ın en sevgili kuluna yapılan şaka, Peygamber efendimizi üzmez mi, onun mübarek hatırını kırmaz mı? O’nun güzel hatırını kırmaya değer mi peki?
Peygamber efendimiz, Hüzün Senesi’nde yanına Zeyd b. Harise’yi de alarak Taif’e tebliğe gitmişti. O’nu orada hor görmüşlerdi ve mübarek bedenini taşlamışlardı. Daha sonraki yıllarda Taif’te yaşadıklarının Uhud gününden daha şiddetli olduğunu söylemişti kendileri. O zamanda Peygamberimizi elleriyle taşlayan ile bugün diliyle taşlayan arasında ne fark vardır? Çevremizde bu tarz hareketleri ve paylaşımları olan kişiler varsa onları, Taif’te Peygamberimizin “Onlar bilmiyorlar” dediği an ki hassasiyeti ve naifliği içinde uyarmamız gerekir. Bu, dinin Allah için nasihati hususlarından birisidir. Daha sonralarda Taif halkının Müslüman olmasının sebebini Resûlullâh’ın bu nezâketine bağlayabiliriz.
İkinci husus, dinin Allah’ın kitabı için, Kuranı Kerim için nasihat oluşudur. Bir Müslüman bütün semavi kitapların Allah katından indirildiğine ve Kuranı Kerim’in indirilen son kitap olduğuna iman eder. Bu konudaki inanç temelleri şunları da içine alır: Kuran’ın Allah kelamı olduğu, Allah tarafından gönderildiği ve yine O’nun tarafından korunacağı, kul sözlerinden hiçbirisine benzemediği, kullardan hiçbirinin onun bir benzerini getiremeyeceği gerçeklerini kabul edip inanmak. İşte bunlar, Kuran’a yönelik inanç esaslarıdır. Dinin Kuran için nasihat oluşuna şu prensipler de eklenebilir: Kuran’ı okumak ve hıfzetmek. Çünkü Kuran’ı okumakla ilim ve irfan kazanılır, kalp mutmain olur; nefs temizliği ve gönül saflığı elde edilir; insanın takvası artar. Bu durumda Kuran’ı sadece okumak îcab etmez, Kuran bilgisine ve ilmine de sahip olmak ve bu yolda gayret etmek gerekir. Kuran okumakla insan büyük sevap kazanır ve Kuran kendisini okuyana şefaatçi olur. Ancak bunların tahakkuk etmesi için bir takım şartları yerine getirmek gerekir.
Buharî’de yer alan bir rivayete göre Peygamber efendimiz, Abdullah b. Mesud hazretlerinden kendisine Kuran okumasını rica etmişti. Bunun üzerine İbni Mesud hazretleri: “Ey Allah’ın Resûl’ü! Kuran sana indirildiği halde ben mi sana okuyacağım? Diye sordu. Peygamberimiz de: “Evet, onu başkasından dinlemek benim hoşuma gider!” diye cevap verdi. İbni Mesud -radiyallahuanh- okumaya başladı. “Her ümmetten bir şahit gönderdiğimiz zaman durumları ne olacak?” mealindeki âyete kadar geldiğinde, Allah’ın Resûl’ü: “Şimdilik yeter.” Dedi. O anda mübarek gözlerinde yaşlar boşalıyordu.
Kuran okurken ona saygı ve ta’zim göstermek, tecvidine ve adabına riayet ederek okumak, kıraate uymak, huşu içinde okumak gerekir. Kuran okunurken manalarını düşünmek, ayetlerin mahiyetini anlamak icab eder. Allah: “Bunlar Kuran’ı düşünmezler mi? Yoksa kalpleri kilitli midir?” buyurarak bizi uyarır.
Kuran bilgisine sahip olmak da yetmez, Fahri kâinat Peygamber Efendimiz “Sizin en hayırlınız Kuran’ı öğrenen ve öğreteninizdir” buyurarak bizler için izzetin, şerefin ve saadetin vesilelerinden birisini gösterir. Hazreti Ali efendimiz de “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” buyurarak öğrenmenin ve öğretmenin ehemmiyetini vurgular. Musab b. Ümeyr hazretlerinin Medine’ye ilk hicret eden sahâbî olduğunu, vazifesinin Medineliler’e İslam’ı öğretmek olduğunu hatırlayalım.
Kuran’ı çok güzel okumak da tek başına yetmez, nitekim onu anlamak ve onunla amel etmek esastır. Tek bir cümlenin anlamına bakmadan hatim inmekle geçen bir hayat ile cümlelerin anlamlarından tat alarak, anlayarak ve anladıklarımızı hayatımıza idame ettirerek yaşanan bir hayat arasında elbet bir fark olacaktır. Amel edilmeyen bilgi hoş karşılanmaz. Allah Teâla: “Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyi söylemeniz Allah katında gazaba neden olur.” Buyurur.
Kuran ilimlerinin her birini öğrenmek, neşretmek, muhkemini, müteşâbihini, nâsih ve mensûhunu, umum ve hususunu bilmek de ümmet üzerine farz olan hususlardır. Bu konuda âlim yetişmezse ümmet topyekûn mesul olur.
Üçüncü hususumuz; dinin Allah’ın Resûlü için nasihat oluşudur. İslam, Allah katından insanlığa gönderilen son din, Kuran son kitap olduğu gibi, Resul-i Ekrem Efendimiz de en son peygamberdir. Bir müminin Peygamber Efendimiz ile ilgili inancı şu esasları da ihtivâ etmelidir: Hz. Muhammed’in –sallallahu aleyhi ve sellem- Allah’ın elçisi olduğunu kalp ile tasdik, dil ile ikrar etmek. Allah’ın Resul’ünün Kuran ve sahih sünnetle getirip bildiklerine iman etmek. “Ey Muhammed de ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” ve “Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur.” ayetlerinde buyurulduğu gibi O’nu sevip itaat etmeyi, Allah’ı sevip itaat etmek gibi kabul etmek. Allah’ın Resûlü’nü dost edinenleri dost, düşmanlarını düşman bilmek. ehl-i beytini sevmek, Peygamber’e imanın gerekleridir. Biraz önce bahsettiğimiz sosyal medya mecralarındaki söylem ve tutumlara dikkat etmenin ehemmiyetini bir kez daha vurgulamış olalım.
Peygamber Efendimiz’in sünnetini ihya edip hayata geçirmek, bid’attan ve bid’atçılardan kaçınmak, İslam’ın davetini yeryüzüne yaymak, sünnet ilimlerini öğrenmek, bunları başkalarına da öğretmek, ilmi öğrenir ve öğretirken edeplerine riayet etmek, âlimlere saygı göstermek, terbiye ve nezâket kaidelerine uymak, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ahlakıyla ahlaklanıp edebiyle edeplenmek gibi görev ve sorumluluklar, her Müslümanın uyması gereken sorumluluklardır.
Dördüncü husus ise: Dinin müminlerin yöneticileri için nasihat oluşudur. Hadiste geçen “eimme” tabiri kitapta yöneticiler olarak tercüme edilmiş. Esasen bu kelimenin “imam” kelimesinin çoğulu olduğundan da bahsedilmiş ve eklenmiş:
İmam toplumun önünde bulunan ve onlara önderlik yapan, toplumun da kendisine uyduğu kişidir. Daha özel anlamıyla imam, İslam ümmetinin başında bulunan liderdir. Ümmet denilmesinin nedeni de imama tabi olunmasıdır. Tarihte bu lidere imam, halife, emir, sultan ve benzeri isimler de verilmiştir. Hangi adla adlandırılırsa adlandırılsın, imam toplumu yöneten kişidir. Toplum içinde devletin yöneticisi adına hüküm verme yetkisine sahip kılınan herkes, her seviyedeki yönetici bu kapsama girer. Ayrıca toplumda doğruyu ve yanlışı bildirme vazifesiyle müellif olan âlimler, insanlara örnek olması gereken mürşidler ve muslihler de bu tabirin muhtevasına dâhildirler. Muhteva tespitinden sonra açıklamaya geçebiliriz.
Müslümanları yönetenler, onların işlerinin başına geçenler, Müslümanlardan olmalıdır. Çünkü Müslümanların kendilerini yönetenlere itaat etmeleri bir fariza, bir vecibe, bir sorumluluktur. Müslüman olmayana nasıl itaat edilebilir? Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Resûle itaat edin ve sizden olan buyruk sahibi yöneticilere itaat edin” Bizlerin yöneticilere nasihatimiz, onlara karşı olan vazifemiz, kendilerinin iyi ve dürüst olmalarını, onların doğru yolu bulmalarını ve adaletli davranmalarını istemektir.
Bu yazdıklarımıza verilecek en güzel örnekler Asr-ı Saadet ve Hulefa-i Raşidin devirlerinde görülmüştür. Hz. Ömer Efendimiz hilafete geçtiğinde ahaliye şöyle sormuştu:
-“ Ey nas! Ben haktan, adaletten ayrılırsam ne yaparsınız?” Bunun üzerine ahaliden birisi:
-“Ya Ömer! Sen eğrilir, haktan inhiraf edersen, seni kılıcımızla doğrulturuz.” Cevabını verince Hz. Ömer –radiyallâhuanh- :
-“Elhamdülillah! Eğrilirsem beni kılıçları ile doğrultacak arkadaşlarım varmış!” diyerek şükretti ve sevindi.
Yöneticilere karşı sevgimiz ve saygımız, şahıslarını tanımamıza veya birtakım özel işlerimizi onlar vasıtasıyla gerçekleştirmemize bağlı olamaz. Böyle bir saygı ve sevgi dinimiz nazarında makbul de sayılmaz. Yöneticilerin adil idareleri altında bütün İslam ümmetinin birliğini ister, bunun için gayret ederiz. İslam ümmetinin parçalanmışlığı yüreğimizi yaralar; insanların zalim yöneticilerinin zulmü altında inlemesi, içimizi parçalar. Bu sebeple “Yeryüzünü Allah’ın hâlis kulları, gerçek müminler idare etmelidir.” deriz ve bunun tahakkuku için var gücümüzle çalışmamız gerektiğine inanırız.
Dinin idareciler için nasihat oluşu, şu prensipleri de içine alır:
Hak üzere oldukları sürece onlara yardımcı olmak, haktan ayrılmamaları yönünde onları uyarmak, yaptıkları yanlışı hatırlatmak, bunları yaparken kendilerine karşı yumuşak ve nezaket kaideleri içinde davranmak, yöneticilerine nasihatkâr olmayan, zalime “sen zalimsin” demeyen, nasihatçılarının ağzı kitlenmiş, hak söze karşı da kulakları tıkanmış olan bir ümmette hayır olmayacağını bilmek. Emir olan kişinin arkasında namaz kılmak, ona toplamakla hükümlü olduğu zekâtı vermek, onunla birlikte cihada gitmek, kendisine hayır dua etmek, yalan övgülerle onu aldatmamak. Bu noktalar, dinin imamlar yani yöneticiler için nasihat oluşunun neleri ihtiva ettiğini ortaya koyar.
Âlimler, mürşidler ve muslihleri de toplumun önderi ve yöneticileri olarak kabul edenler olduğunu söylemiştik. Buna göre, Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün sünnetinin anlaşılıp hayata geçirilmesinde âlimlerin sorumlulukları çok büyüktür. Onlar Kitap ve sünnetin emir ve yasaklarını, kendi heva ve hevesleri, sapık düşünce ve anlayışları doğrultusunda çarpıtmaya çalışanlara karşı koyma ve onların yanlışlarını, hatalarını ilmî bir tarzda reddetme mesuliyeti taşımaktadırlar. Bu sebeple öncelikle âlimler, mürşid ve muslihler dini çok iyi bilip, kendilerini salah bulmuş olmalıdırlar. Kendilerini salah bulmayanların başkalarını ıslah etmeleri mümkün olmaz.
Din âlimleri, toplumu yöneten idarecilere, Allah’ın Kitabı ve Allah’ın Resûlü’nün sünneti yönünde nasihat etmeyi ve kendilerini hakka davet etmeyi büyük bir görev saymalı, bu hususta görevlerini yerine getirmezlerse, Allah katında en büyük sorumluluktan kaçmış olmanın cezasını çekeceklerini bilmelidirler. Çünkü hadiste “En büyük cihad, zâlim idareciye karşı hakkı haykırmaktır.” buyrulur. Bunu yerine getirmediği gibi, zalimlerin zulmüne ortak olan, onları tutan, azgınlıklarına göz yuman, zalimlere övgüler yazanlar Allah katında nasıl makbul olabilir ve Cenab-ı Hakk’ın huzurunda hesap verebilirler?
Gerçek âlimler, her asırda ümmete yol ve yön göstermiş, toplumu sapmaktan korumuş, yöneticileri de gerektiği şekilde ikaz etme görevini yerine getirmişlerdir. Tarihte bu duruma çok güzel örnekler vardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Gazi, Şeyh Edebâli hazretlerinin dizleri dibinde yetişmiştir. Bir deyişle 600 yıl hüküm süren Osmanlı’nın mimarı Şeyh Edebâli’dir hazretleridir. Yıldırım’ın Emir Sultan’ı, II. Murad’ın Hacı Bayram Velî’si, Fatih’in Akşemseddîn’i, Yavuz’un İbn-i Kemal Paşa’sı, Kanunî’nin Merkez ve Sünbül Efendi’si, III. Murad, I. Ahmed ve IV. Murad’ın Aziz Mahmud Hüdayî’si devam eden Edebâli silsilesinin birer şanlı örneğidir.
Beşinci ve sonuncu husus, dinin Müslümanlar üzerine nasihatidir. Bütün Müslümanların âlim olması, âlim olanların da her şeyi bilmesi mümkün değildir. Her yaştan, her renkten, her ırktan, her cinsten ve her seviyede insanıyla ümmet bir bütündür. Burada herkesin birbirine karşı vazife ve mesuliyetleri vardır. İşte bunları öğrenmek, öğretmek, din ve dünyalarına ait faydalı olan şeyleri insanlara gösterip, onlara yardımcı olmak, kusurlarını örtmek, onlara eziyet etmemek, iyilikleri emir, kötülükleri nehyetmek, başkalarını aldatmamak, haset etmemek, hürmet, şefkat ve merhameti aralarında yaymak, kendisi için arzu ettiklerini onlar için de istemek, kendi nefsi için arzu etmediklerini diğerleri için de arzu etmemek, canlarını, mallarını, ırz ve namuslarını korumak ve müdafaa etmek, dinin Müslümanlar için nasihat oluşunun bir gereğidir.
Riyâsü’zSâlihîn ışığında nasihat hadisini genel muhtevasıyla bu şekilde açıklamış olduk. Anlaşılan nasihat, sadece öğüt vermek değil, din ve İslâm anlamında da kullanılan bir kelimedir; dinin bütün emir ve yasaklarını ihtivâ eden bir anlam taşır. Hadisi açıklarken Müslümanların olması gereken profili ana hatlarıyla çizdik. Nasihat’in her ne kadar “öğüt vermek” anlamından derin olsa da İslâm’ın gerçekten de öğüt vermek üzerine kurulu olduğunu anladık.
Kuranı Kerim’de helak olan toplumlardan bahsedilir. Helak öncesinde insanlar uyarılır. İnsanlara nasihat edilir. Hazreti Nuh Aleyhisselam kavmine uzunca bir zaman tebliğde bulunmuştu, sonrasında inananlar ile beraber gemiye bindi. İnanmayanlar ise helak oldu. Ayette: “Nûh’a vahyolundu ki: Kavminden daha önce iman etmiş olanlardan başkası artık inanmayacak. Sakın onların yaptıklarına üzülme! Bizim gözetimimiz altında ve öğrettiğimiz şekilde gemiyi yap, haktan sapanlar için bana başvuruda bulunma! Onlar boğulacaklar!" buyrulur. Nitekim Âd ve Semûd kavimleri de önce uyarılmış sonra da helak edilmişlerdir.
Diyeceğim şu ki; bu başımıza gelen olaylar bizlere birer nasihat mi? Allah korusun gelecek olan bir helağın habercisi mi? Nasihat hadisinden yola çıkarak olmamız gereken insan profili göz önüne alındığında acaba olamadıklarımız ve yapamadıklarımız yüzünden mi halimiz böyledir? Farkında olmadan Peygamber efendimizin kalbini kırmış olabilir miyiz?
Mehmet Lütfi abimizin bir sohbetinde değindiği konuyu biraz detaylı şekilde sizlerle paylaşıp yazıyı sonlandırmak istiyorum.
Peygamber efendimiz, Bizans üzerine Tebük seferine çıktığında savaşa katılamayanlar olmuştu. Bunlar; bahaneleri olanlar, münafıklar ve bahaneleri olmayanlar şeklinde üç gruptu. Savaşa katılmak isteyip de özürleri olanlar ve katılamayanlar hakkında hadiste şöyle buyurulur: “Medîne’de öyle gruplar var ki, gittiğimiz hiçbir yer ve geçtiğimiz hiçbir vâdi yoktur ki, onlar da bizimle birlikte bulunmuş olmasın! Çünkü onları özürleri geri bırakmıştır.”
Münafıklar Peygamberimizin seferden dönemeyeceğini düşünüyorlardı, Peygamberimiz seferden başarılarla döndüğünde bin bir yalan söyleyerek özür dilediler. Allah Teâla, sayıları sekseni bulan münafıklar hakkında “O münâfıklar mutlaka sizden olduklarına dâir Allâh’a yemin ederler. Halbuki onlar, sizden değillerdir; fakat onlar, kılıçlarınızdan korkan bir topluluktur. Eğer sığınacak bir yer ya da barınabilecek mağaralar veya girebilecek bir delik bulsalardı, koşarak o tarafa yönelip giderlerdi.” buyurdu. Daha sonra bu münafıklar “murdar” sıfatı verilerek Müslümanlardan sayılmadılar.
Bir de hiçbir mâzeretleri olmadan sefere katılmayan sahâbîler vardı. İki gruba ayrılmışlardı. Birinci gruptaki kimseler, Peygamber Efendimiz seferden dönmeden hatalarını anlayarak son derece pişman oldular. Öyle ki, yaptıkları yanlış hareketin bir cezası olarak kendilerini câminin direklerine bağladılar ve Allah’ın Resûl’ü bağları çözmedikçe bu şekilde bağlı kalacaklarına yemin ettiler. Resûlullâh seferden dönüp de onların durumlarını öğrendiğinde “Ben de haklarında emir alıncaya kadar onları çözmeyeceğime yemin ederim.” buyurdu. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “Diğerleri ise günahlarını îtirâf ettiler; sâlih bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırmışlardı. Tevbe ederlerse umulur ki Allah, onların tevbelerini kabûl eder. Allah, Gafûr ve Rahîm’dir.” Bu âyet-i kerîmenin nüzûlünden sonra Rasûlullâh, pişmanlıklarından kendilerini direklere bağlayan bu sahâbîleri çözdü.
İkinci gruptaki kimseler ise kendilerini direklere bağlamayan ashabın dışındaki kişilerdi. Şâir Ka’b bin Mâlik, Mürâre bin Rebî ve Hilâl bin Ümeyye adlarındaki bu üç sahâbî, münâfıklar gibi yalan söylemediler. Peygamberimize mazeretsiz olarak harbe katılmadıklarını söylediler. Yaptıklarından son derece pişman olduklarından Peygamber efendimizden af dilediler. Peygamber efendimiz bu üç sahâbîyi affetmedi ve onlar hakkında gelecek ilahi emiri beklemeye başladı. Onların selâmını dahi almadı ve kendisine tâbi olan ashâbı kiram da Peygamber efendimize uydu. Bu üç sahâbî bütün gazvelere katılmıştı. İçlerinden Ka’b hâriç, diğer ikisi Bedir Savaşı’na da iştirâk etmişlerdi. Tebük seferine katılmamaları, fahri kâinat Peygamberimizin ve ashâbın kendilerinin selamını almayacak derecede onlardan yüz çevirmesi neticesinde yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye başlamıştı. Öyle ki hanımları dahi kendileri için yabancıydı. Utançlarından sokağa bile çıkamaz haldelerdi. Kalplerine sirayet eden dargınlık yüzünden gece gündüz ağlamaya başladılar. Mum gibi erimişlerdi. Hata yapmışlardı, ama ihlâs, doğruluk, sadâkat, samîmiyet, teslîmiyet, nedâmet ve tövbeden uzaklaşmamışlardı. Böylece elli gün geçti. Nihâyet doğru konuşmuş olmaları ve samimi bir şekilde tövbe etmelerinin bir mükâfâtı olarak şu âyet-i kerime ile affa mazhar oldular:
“Ve Allah, haklarındaki hüküm geri bırakılan üç kişinin de tövbelerini kabul etti. Yeryüzü, olanca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları sıkıştıkça sıkışmıştı. Nihâyet Allah’tan O’nun azabından yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra eski hâllerine dönmeleri için Allah, onların tövbelerini kabul etti. Çünkü Allah, tövbeyi çok kabul edendir, Rahim’dir. O hâlde ey iman edenler! Allâh’tan korkun ve sâdıklarla berâber olun!”
Rasûlullâh, Kab b. Mâlik’e müjdeli haberi şöyle bildirdi: “Seni, doğduğun günden beri geçirdiğin en hayırlı ve mesud bir günle müjdelerim!” Kab b. Mâlik hazretleri de Allah’ın yüce affına şükrâne olarak: “–â Rasûlallâh! Ben de Allah ve Rasûlü’nün rızası için malımın hepsini sadaka etmek istiyorum!” dedi. Ancak Rasûlullâh: “Malının bir kısmını kendin için alıkoy! Böylesi senin için daha hayırlıdır!” buyurdu. Kab b. Mâlik: “Öyleyse Hayber’deki hissemi alıkoyuyorum. Ey Allâh’ın Rasûlü! Allâh beni bu bâdireden yalnızca doğruluğum sebebiyle kurtardı. Artık ben bundan böyle, hayatım boyunca doğrudan başka bir söz söylemeyeceğim!” dedi.Kab b. Mâlik daha sonra şöyle dedi:
“Allâh’a yemin ederim ki, İslâm ile şereflendirdikten sonra Cenâbı Hakk’ın bana verdiği en büyük nimet, Peygamber Efendimizin huzurunda doğruyu söylemem, böylece yalan söyleyenlerle birlikte helâk olmaktan kurtulmamdır. Çünkü Allah Teâlâ, Tebük Seferi’ne katılmayıp da mazeret uydurarak yalan söyleyenler hakkında, hiç kimse için kullanmadığı ağır sözleri vahyederek şöyle buyurdu: “Onlardan yüz çevirin, çünkü onlar necistirler.”
Asr-ı Saadet döneminde sefere katılmadıkları için tabiri caizse karantinada kalan sahâbî efendilerimizin tövbeleri ayetle cevap bulmuştu. Acaba biz hangi sefere katılamadık ki, aynı onlar gibi, dünya tüm genişliğine rağmen bizlere daraldı, karantinaya alındık? Onlar tövbe ederek, helak olmaktan kurtulmuşlardı, peki biz tövbenin neresindeyiz, helağın neresindeyiz? Vakitten bol pek bir şeyimizin olmadığı şu günlerde bu konuyu etraflıca düşünmek, tefekkür etmek tüm İslam âlemi için faydalı olacaktır diye düşünüyorum. Uzunca bir yazı oldu, hakkınızı helal edin. İstifade edenlerden olmamız niyetiyle, selametle kalın, evde kalın, Allah’a emanet olun.
GENÇ'ın Yazısı.