Yokluğuyla Yok Olunan Firuze`ye Mektup
Site Özel
3559 okunma
Harun Önder
Çocukluğumun belki unutulmayacak, belki de birkaç kalbe dokunacak güzide bir anısı canlanıyor gözümde. Sık sık gittiğim Karacaahmet Mezarlığı’nda, daha önceleri de dikkatimi çeken o adama rastlıyorum yine. Ona her rast gelişimde olduğu gibi yıpranmış parşömen kağıdı var avuçlarında. Sıkıca tutmuş ve kaybetmekten korkar gibi duruyor. Kendimi onu izlemekten alıkoyamıyorum. Geçen yıllar sadece ömründen değil, ruhundan da fazlaca götürmüş. Anlatacağı çok şey varmış ama ne kadar anlatırsa anlatsın, eksik kalacakmış gibi öylece önündeki mezar taşını izliyor. Çok değil birkaç dakika sonra, dilinin de gözünün de bağı çözülüyor. Ağlarken anlatıyor, anlatırken ağlıyor… Tutamıyorum kendimi, merakım ruhumu ona doğru sürüklüyor. İşte şimdi tam karşımda, tumturaklı kelimeler çıkıveriyor birden ağzımdan. "Merhaba bayım, burada yatan kişi yakınınız olmalı yoksa neden bu kadar perişan olasınız?" diyorum. Fakat söylediklerimi fark ettiğim an, sarf ettiğim bu sözler adına utanıyorum.
Gözlerim mezar taşına işlenmiş bir asker fotoğrafı ve şanlı bayrağımıza ilişiyor. Muhtemelen bir şehit mezarı önündeyiz. Biraz sonra ağlamaktan kızarmış gözleriyle beni süzüp, hafifçe gülümsüyor. “Merhaba genç adam” diyerek selamlıyor beni. Tanışma faslı ve birkaç kelamın ardından çekinerek, onu burada sık sık gördüğümü, her gördüğümde eskisinden daha üzgün olduğunu fark ettiğimi söyleyip sebebini soruyorum. Şöyle bir uzaklara daldıktan sonra cümleye nereden başlayacağını bilemez bir halde, elindeki kağıdı bana doğru uzatıyor. Kağıdı elime alıp biraz göz gezdirdikten sonra, bunun bir mektup olduğunu anlıyorum. Sanki gelmesi beklenen ama henüz gelmeyen birine yazılmış gibi hissettiren mektubun şu sözlerle dizili olduğunu görüyorum;
"Yokluğuyla yok olduğum Firuzeme,
Ben senden uzaklarda yitip giderken anlar mısın yazdıklarımdan, seni kör sağır kesilip beklemenin ağırlığını? Taşıyabilir misin bu sevdayı Firuze? Geceler bir hüzün kuyusu olup yuttuğunda beni, duyar mısın adınla bezeli sesimi? Bekleyişim duvarlarına çarpıp da yansır mı senin o gök yüzüne? Gönül bu, gelir mi dersin dizgine? Umut, belirsizliklerle dolu ömrümün sis perdesini aralayabilir mi? Bir kuşun kanadında, bir çiçeğin dalında görebilir misin beni Firuze?
Yokluğunda sağanak sağanak yağarken ruhuma cümleler, sükutumda gizliyorum sana yazdığım en hüzünlü şiiri. Oradan oraya savrulan bir sandal gibi sığınıyorum sensizliğin limanına. Mevsimlerim seni aramakla geçiyor. Senin yokluğunda kum saatinde çöller eskiyor, kızgın güneşin altında bekliyorum gelişini. Sen yoksun diye yağmurlar uğramıyor çölüme. Yokluğunla yaşlanıp yokluğunla gençleşiyorum. Bir o yana bir bu yana savrulup duruyorum. Birbirimizi daha hiç görmemişken neden oluyor tüm bunlar Firuze?
Senin açtığın boşluklar yine seninle doluyor, yokluğunda oluşan yaralara yokluğun merhem oluyor. Nedir bu gizem anlayamıyorum. Nefes diye seni soluyorum, yol diye seni yürüyorum. Senin hayalin geceme ay, günüme güneş gibi doğuyor. Seninle başlayıp seninle bitiyor ömrüm. Ezbere bildiğim sokaklarda seninle kayboluyorum. Yokluğunu hatırlayıp birden hüzünle doluyorum.
Korkuyorum Firuze, geçmek bilmeyen zaman sana kavuşunca durmaz diye korkuyorum. Sessizliğe bürünmüş kalbim seni görünce susmaz diye korkuyorum. Ezbere bildiğim sokaklarda, sen varsın diye kaybolurum biliyorum. Sessiz sahilin öksüz taşlarında seni izliyorum. Bir yanım suskun sana, diğer yanım yarım. İzlemek iyi geliyor seni. Yarımlığım beklemektendir, suskunluğumsa hasretimden…”
Adam çatık kaşları ve tedirgin bakışlarıyla, mektubu elimden sert bir şekilde alıp; artık gitmesi gerektiğini söyleyene kadar bambaşka bir dünyanın kapılarını aralıyorum sanki. Ben daha ne olduğunu bile anlayamadan, hızlı adımlarla mezarlığın çıkışına doğru ilerlemeye başlayan adam, kısa bir süre sonra gözden kayboluyor.
Birbirini takip eden günlerde, belki o adamı tekrar orada görür ve mektubun kalan kısmını okuyabilirim diye umut ederek sabahın erken saatlerinden, güneş batıncaya dek bekliyorum. Geçen günlerle birlikte umudum da yok oluyor, adam mezarlığa tekrar gelmiyor. Tam vazgeçmeye hazırlanıp eve dönecekken, giriş kapısında onu görüyorum. Yüzünde müphem bir ifadeyle bana doğru yaklaşıyor. Önce şaşırıp ne yapacağımı bilemiyorum fakat sonra kendimi toparlayıp mahcup bir ifadeyle yüzüne bakıyorum. Bana bakıp tebessüm ediyor ve "Hikâyenin devamını merak ettiğini tahmin etmiştim, o halde gel anlatayım." diyor, başlıyor anlatmaya:
Bundan 32 yıl evvel, vatan için ailelerimizden ayrılıp asker ocağına gittik. Askerde bir uygulama vardır, komutanın sana atadığı birinin ayakkabı numarasından tut oturduğu adrese kadar her şeyini öğrenir ve askerlik boyunca birbirinize destek olursunuz. Bana da şu an mezarı başında oturduğumuz bu yiğit delikanlı atanmıştı. Sanki kardeşmiş gibi birbirimizi sahiplenir, üzüntülerimizi paylaşırdık. Öyle pek konuşmazdı ama gözleri çok şey anlatırdı. Görüp geçirmiş biri olduğu bakışlarından anlaşılırdı. Ailemizden uzak olduğumuzu birbirimize hissettirmiyorduk. Bir zaman sonra birbirimize aile olmuştuk. Terhisimize sayılı günler kala bir gün birliğimize terör saldırısı gerçekleşti. Ne yazık ki o gün can yoldaşım nöbet yerinde şehadet şerbeti içti... Bir müddet sonra ben ailesine ulaşıp eşyalarını verdim, onlarla vedalaşıp köyüme döndüm.
Aradan yıllar yıllar geçti… Bir gün eski eşyalarımı elden çıkartmak için çalışma odamı düzenlerken rastladığım bir kutu, beni o an geçmişe götürdü. Kutunun içinde varlığını yıllar evvel unuttuğum bir mektup duruyordu. Mektup o arkadaşımındı. Onun eşyalarının arasından çıkmış, kendi eşyalarımın arasına koyup bir rafa kaldırmıştım.
Mektubu açıp okuduğumda Firuze adlı birine yazıldığını gördüm ve o gün yola çıkıp arkadaşımın köyüne gittim. Ailesiyle görüştüm ve Firuze diye birini tanıyıp tanımadıklarını sordum. Aldığım cevap benim ömrümden seneler götürmeye yetti. Öyle biri yoktu, bu zamana kadar da hiç olmamıştı.
Onlara mektuptan bahsetmedim. Ne yapacağını bilmez bir halde oradan uzaklaştım. Ailesine Firuze’den bahsetmemişti. Kim bilir belki de öyle biri gerçekten hiç olmamıştı… Her iki ihtimali de düşünmek beni fazlasıyla yormuştu. Ya bilmediğim bir memlekette, kimselerin bilmediği bir aşkın diğer kanadını arıyor olacaktım ya da var olduğunu düşünüp aradığım kanat aslında hiç var olmamış olacaktı ve ben, olmayan bir şeyi arayacaktım…
Büyük bir çıkmaza girdiğimi anladığımda iş işten geçmişti. Arkadaşıma sadık olup verdiğim sözü tutacaktım, emanetine sahip çıkacaktım ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum.
O gün seninle karşılaştığımızda onun yanına gelmiştim. Ara sıra gelir onunla dertleşirim. Firuze’yi aradığım yerlerden, onu ararken geçtiğim sokaklardan bahsederim. Mektubu okuman için sana verdiğimde, böyle bir şeyi ilk defa yaptığım için sanki arkadaşımın emanetine ihanet etmişim gibi hissettim ve apar topar mektubu alıp uzaklaştım.
Sakin kafayla düşündükten sonra ise hatalı davrandığımın farkına vardım. Ertesi hafta tekrar geldiğimde seni giderken gördüm. Seslensem de duyamayacağın kadar uzağındaydım ve bu hafta tekrar geleceğini umarak evime döndüm. Gördüğün üzere şu an buradayım, dedi ve tekrar gülümsedi. Adam bazı şeyleri gizliyor gibiydi. Konuşurken zaman zaman duraksıyor, kelimeleri geveliyordu. Söyleyeceklerini bitirmişti. Gitmek için oturduğu yerden doğruldu. Merakım sürse de onu sıkmamak adına gitmesine sesçıkarmadım.
Sanki sırtıma bilinmeyen bir mektubun kelimeleri tek tek yüklenmiş gibi evimin yolunu tuttum. Üzerinden yıllar geçti, merakım hala eksilmedi. İmkanım olsaydı o adama ulaşıp merakımı giderecek soruları sorardım.
Firuze aslında kimdi? Acaba o mektup gerçek bir aşk için mi yazılmıştı yoksa sadece bir hayalin anlatısı mıydı? Kim bilir belki hepsi kocaman bir rüyaydı…
GENÇ'ın Yazısı.